Sizleri hiç bilmiyorum ama evimize ilk bilgisayar girdiğinde, ortaokulu bitirmek üzereydim. Şanslı da bir evde büyüdüm açıkçası, bilgisayarlar evlere girebilecek kadar yayıldığında bizim evde de bir tane vardı. O zamana dek atari oyunlarıyla haşır neşir olarak geçirdiğim boş günlerime, bilgisayarla birlikte –tabii bir de şu an ismini hatırlayamadığım gazete kuponlarının katkısıyla- yeni bir hobi ve öğrenme vasıtası açılmıştı. Yaklaşık yirmi cd’den oluşan, içerisinde güneş sistemi ve gezegenlerle ilgili hem yazılı bilgilerin hem de havalı fotoğrafların bulunduğu bir öğrenim seti dağıtılmıştı. Çoğunu anlamıyor, anladıklarımı da ertesi gün unutuyordum fakat bir anlığına da olsa, keşfetme hissi, harikaydı. Sonraları çok daha afilileri çıktı bu setlerin, uzaya yönelik bir sürü eğlenceli sergiler de yayıldı fakat belki hevesim kaçtı belki de zaten tek tık uzağımda olduğu için bunlara bakmaya erindim, bilmiyorum. Fakat bugün biraz eskiyi anıp, gezegenlerle ilgili giriştiğim bu üçüncü dosyasında, benim gibi çocukların, imkânı olsaydı bir tanesini görmekten müthiş bir mutluluk duyacağı bir yapıdan bahsedeceğim: Gökevleri.
Bilmeyen yoktur ama sözün gelişidir, tanımlamak lazım. Gökevi, gezegen evi veya daha çok duyduğumuz şekliyle planetaryum; Güneş, yıldızlar, gezegenler ve diğer gök cisimlerinin yapay görüntülerinin kubbe şeklindeki tavana yansıtıldığı gösteri salonlarına verilen bir isim. Bu gün büyük şehirdeyseniz şehrinizdeki kültür merkezlerinde; küçük şehirlerdeyseniz de hiç değilse üniversitelerin bünyesinde bunlardan birkaç tanesini ziyaret edebilirsiniz, belki etmişsinizdir de. Hatta şuraya, faaliyetteki gökevlerinin bir veri tabanını da eklemiş olayım yeri gelmişken. Fakat yazının ilerlemesi açısından günümüzü konuşmaya sonra devam edelim, kavramın ve yapıların tarihine gidelim.
Eureka!
Alt başlıktan da anlayacağınız gibi, antik çağlara, Arşimet’i ziyarete gitmemiz gerekiyor. Bir fizikçi, bir matematikçi, bir filozof ve bir mühendis olan Arşimet, aynı zamanda bir astronom olarak da biliniyor. Dolayısıyla bunların birleşiminde, gök cisimlerinin hareketini taklit edecek bir mekanizmanın temellerini ilk olarak kendisinin atmış olduğu yönündeki görüşler, haksız olmamalı.
1900 yılında Girit ile Mora arasında milattan önce 205 yılında battığı sonucuna ulaşılan bir gemide bulunan Antikitera düzeneği örneğin, bu araçların antik çağlardan kalma en eski örneği sayılıyor ve çok eski bir bilgisayar olarak anılıyor. Tabii altını çizmek lazım, bu çağda bir gezegen ya da gökevinden, yani başlı başına bir yapıdan değil, Güneş ve Ay başta olmak üzere bazı gök cisimlerinin hareketlerini tahmin edebilen, hesaplayabilen çeşitli araçlardan bahsediyoruz.
Gözlemevi Değil, Gökevi
Gök cisimlerinin hareketi, bunların tahmin edilip hesaplanması veya izlenmesi deyince, böyle bir başlık açmak elzemdi sanırım. Çünkü bilgilerimiz dâhilinde, eski uygarlıkların inşa etmiş oldukları, pek çoğu dini işlevli gözlemevleri bulunuyor ama bu yazıda biz onların bir tanesinden bile bahsetmeyeceğiz. Bunun da çok temel bir sebebi var, iki yapının arasındaki işlev farkı.
Gözlemevi yahut rasathaneler, uzayı gözlemlemek, veriler toplamak ve toplanan verileri incelemek için kuruluyorlar. Gökevi veya gezegenevleri ise gökteki cisimlerin hareketlerini taklit etmek için varlar. Bu sebeple bir gözlemevi ancak iyi bir gözlem yapılabilecek yükseklikte ve hava şartlarının yıl boyunca gözleme izin verebilecek düzeyde açık olduğu yerlerde kurulabilirken, gökevlerini ise teknolojinin o an sağladığı imkânlara göre herhangi bir yerde faaliyete geçirebilirsiniz. Doğrudan açık havaya veya gökyüzünü görebileceğiniz bir pencereye bile ihtiyacınız yok, görüntü yansıtmaya yarayan herhangi bir araç ve kubbe şeklinde bir tavan, çoğu zaman sizin için yeterli.
Düzenekten Yapıya
Antikitera düzeneğinden sonra daha doğru sonuçlar veren ve yaygın olarak kullanılan ekvatoryumları – yani belirli bir gök cisiminin konumunu temsil etmek için geometrik bir model kullanarak, hesaplama yapılmadan Ay, Güneş ve gezegenlerin konumlarını bulmak için kullanılan mekanizmaları- gökevlerinin en eski örnekleri arasında görüyoruz.
1200’lü yıllarda İtalyan matematikçi ve astronom Campanus, bir gezegen ekvatoryumu tarif ediyor ve bu düzeneğin nasıl inşa edileceğine dair talimatlar veriyor. Buradan itibaren artık sadece tahmin veya hesaplama düzeneklerinden değil, gökevlerinin günümüzdeki karşılıklarına yakınlaşan, inşa edilmiş mekanizmalardan bahsetmeye başlıyoruz.
1650 yılında, bugün Rusya’daki ilk müze olan Kunstkamera’da sergilenen Gottorf Küresi inşa ediliyor. Büyükçe bir yerküre modeli olan Gottorf’un dışında dünya yüzeyinin bir haritası, içerisinde ise çeşitli astrolojik, mitolojik semboller ile takımyıldızların detaylı bir haritası bulunuyor. Su enerjisiyle çalışan bu küre döndürüldüğünde, içerisinde mum ışığında oturan kimselere gökyüzünün ya da başka bir ifadeyle “cennetlerin” hareketini izleme imkânı sunuyor. Böylece de modern gökevlerinin öncüsü olma sıfatını taşıyor.
Güneş Sistemi Modeli
Önceki başlıkta bahsettiğimiz düzenekler ve itibari yapılar, bugün gökevi dediğimiz yapıların hepsinde projeksiyon olarak kullanılan, birer mekanik güneş sistemi modeli. Elbette hepsinin zamanına göre değişen farkı özellikleri var, günümüzde mekanizmanın yerini projeksiyon alıyor ancak genel bir başlık olarak onları böyle anıyoruz.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, küçük ebatlı güneş sistemi modellerinin yanında daha büyük ve daha geniş modeller geliştirmek üzerine çabalar saf ediliyor. Bilimle de yakından ilgilenen İngiliz girişimci Adam Walker, oğullarıyla birlikte devasa bir model tasarlamayı başarıyor. Bir tiyatronun en uzak kısımlarından belirgin olarak görülebilecek kadar büyük küreler yapılıyor ve bunlar seyircinin önüne dikey şekilde yerleştiriliyor. Gezegen ve Uydular, yaratılan yanılsama sayesinde havada herhangi bir destek olmadan askıya alınmış gibi görünüyorlar.
Walker ve oğullarının başarılı girişimi sayesinde gök cisimlerin konumlarını hesaplamaya yarayan çeşitli araçlar ve bu araçlardan elde edilen bilgilerin gösterimine dayanan güneş sistemi modelleri, sahne ve dekorla birleşmiş oluyor. Böylece gökevleri, bilim ve öğrenmenin bir adım ötesine taşınıp eğlenceyi de içerir hâle geliyorlar. Onlara olan talep de aynı ölçüde artıyor tabii.
Üç işlevi de taşıyan ve günümüzde hâlâ çalışır durumda olan bir gökevini ise 1744 yılında Hollandalı amatör gökbilimci Eise Eisinga, evinin oturma odasına inşa ediyor. Tamamlanması yedi yılı bulan bu gökevi, sonrasında I. William tarafından satın alınıyor. Bugün ise ev, halkın girişine açık bir müze hâline getirilmiş. Müze, gökevi odası, belgesellerin gösterildiği bir arşiv ve modern astronomiye dayanan özel sergilerden oluşuyor. İçerisinde ayrıca Eisinga’nın biriktirdiği bir tarihi astronomik araç koleksiyonu da bulunuyor.
Müzeler ve Savaşlar
İnsanlarda merak uyandıracak, bu esnada da eğlendirirken öğretecek bir şey olur da çeşitli kurum ve kuruluşlar bunun etinden sütünden faydalanmak istemezler mi? 1905 yılında, Münih’teki bir müzenin kurucusu Oskar von Miller örneğinde olduğu gibi, tabii ki isterler. Aynı zamanda bir mühendis de olan Oskar von Miller, aralarında optik üreticisi Zeiss’in mühendislerinin de bulunduğu, alanla ilgili ve kabiliyeti olan pek çok ismi, dişli bir güneş sistemi modeli yapmak ve hâlihazırda yapılmış olanları yenilemek için görevlendiriyor. Bu isimlerin çabası sayesinde müze için, büyük ve hem Güneş merkezli hem de yer merkezli hareketleri gösterebilen mekanik bir gökevi kurulmaya başlanıyor. Planlanan şekle göre gezegenler, elektrikli motorlarla çalışan raylar boyunca ilerleyecekler ve ampuller ile duvarlara yıldızlar yansıtılacak. Ancak müzedeki gökevinin yapım çalışmaları, savaş nedeniyle kesintiye uğruyor.
Fakat Oskar von Müller boş durmuyor ve bu kesinti sırasında Heidelberg Üniversitesi’nin gözlemevi müdürünün çalışmalarından esinlenerek, yeni bir tasarım üzerinde yoğunlaşıyor. Kendisine bu süreçte hem müzedeki projede çalışan mühendisler hem de farklı akademilerden bilim insanları destek oluyorlar. Sonuç olarak ortaya, optik projektör içerisinde yıldız ve gezegenlerin tüm hareketlerini oluşturabilecek, görüntülerini ise bir yarım kürenin beyaz yüzeyine yansıtabilecek şekilde, monte edilebilecek bir gökevi tasarımı çıkıyor.
Tamamen Duygusal!
Avrupalılar ve müzeler bir yanda dursun, Soğuk Savaş yıllarındaki Uzay Yarışı nedeniyle gökevlerinin dünya çapındaki popülerliği büyük ölçüde artıyor. Hâliyle Amerika Birleşik Devletleri de uzayla ilgili hiçbir fırsatı kaçırmak istemediği için, bütün ülke çapındaki liselere bin iki yüzden fazla gökevi kurulması için teşvikler veriyor.
İş Amerika’ya ulaşınca, bilim ve eğlenerek öğretme gibi misyonların yanına bir de kapital ekleniyor tabii. Sonraları bir gökevi tasarımcısı olarak bilinecek olan Armand Spitz, Amerika’nın küçük ve ucuza üretilebilecek gökevleri için harika bir pazar oluşturacağını görüyor. Kendisinin ilk tasarımı Spitz A, on iki yüzlü bir projeksiyon oluyor. Böylece tam bir yerküre oluşturmak zorunda kalınmıyor ve maliyet azalıyor. Bu modelde gezegenler mekanik değiller, el ile hareket ettirilebiliyorlar. Elbette devamı da geliyor ve çeşitli katkılar, eklemelerle daha farklı birçok model çıkıyor. Spitz’in ürettiği bu modeller, 1964’ten 1980’lere kadar yüzlerce lise, kolej ve küçük müzelerde kurulup yaygınlaşıyor.
Seri Üretim
Tarihler 1960’ları gösterdiğinde, Japonya da gökevi üretim işine giriyor. Kamera ve yazıcı üretimiyle bilinen iki büyük marka Goto ve Minolta’nın ikisi de başarılı bir şekilde bir dizi farklı gökevi modeli geliştirip pazarlıyorlar. Özellikle Goto, Japonya, her ilkokulda en küçük modellerinden biri olan E-3 veya E-5‘i kurmaya karar verdiğinde bayağı bir kâr ediyor.
Yine aynı yıllarda, eskiden New York’daki Hayden Planetaryumu’nda çalışmış olan Philips Stern’in aklına, programlanabilecek küçük bir gökevi yaratma fikri geliyor. Apollo adını verdiği bir model geliştiriyor, küçük bir film şirketinden de destek buluyor. Fakat şirket, Apollo ile alakalı olmayan sebeplerden batıyor.
1970’te ise bugün IMAX Dome ismini alan OmniMax, gökevini sinema ekranlarında çalışabilecek şekilde geliştiriyor. Günümüze yaklaştıkça bu tasarım geniş ekranlarla, müzik ve videolarla, lazer şovlarıyla destekleniyor ve kubbe sinema olarak pazara açılıyor. 1983 yılında bunu, Utah’ta kurulan bilgisayar destekli ilk dijital gökevi projektörü izliyor. Digistar I isimli bu projektör modeli, yıldız alanlarını görüntülemek için vektörel bir grafik sistemi kullanıyor. Bu model, operatöre gökyüzünü sadece Dünya’dan değil, aynı zamanda uzay ve zamanda farklı uzak noktalardan da görülebilir şekilde ayarlama konusunda esneklik sağlıyor. Sonraki modellerde ise tabii ki video teknolojilerinin ilerlemesiyle istenen herhangi bir görüntünün projeksiyonu yapılabiliyor.
Önce Sega’nın sonrasında da 2009 yılında Microsoft’un pazara el atmasıyla gökevleri, taşınabilirleşiyor ve evlere kurulabilecek hâle getiriliyor. Söz konusu markaların projeleri, kamuya teknolojik destek sağlamak ile daha amatör uğraşlar için hobi geliştirmek arasında değişiyor. Tabii kimse bunların hepsini sırf hayrına yapmıyor biliyorum. Fakat ne olursa olsun, 90’larda gazetenin dağıttığı eğitici uzay cd’lerinden etkilenen tüm çocuklar adına, gelecek nesiller için, gökevlerine ve mobil projektörlere tam destek çağrıları yapmak isterim. Siz ne dersiniz?