İlk kısım için: link!
Spesifik bir dönemi ve mekanı konu alan diziler yayın hayatına her zaman belli bir krediyle başlar. Seyirci nasıl bir şey izleyeceğinin az çok farkındadır. Senaryo için kaynak belli ve boldur. Özgün olmaktan ziyade uygun olmak gözetilir. Bu da işin kreatif boyutunu kolaylaştırır. Ama bu tip dizilerin dezavantajları da yok değildir. Seyircinin ne izleyeceğinin farkında olması aynı zamanda bir dezavantajdır mesela. Merak unsuru azalır çünkü internetten hikayenin sonu öğrenilebilir. Kritik karakterizasyon, görüntü veya senaryo hataları yaparsanız bir millet büyüklüğünde nefret kitlesiyle baş başa kalabilirsiniz.
Öyle veya böyle tarihi ve mekanı konu alan dizilerin biri bitse yenisi başlıyor. Biri batsa öbürü yükseliyor. Tabii diziler eğlence sektörünün hakimiyet bölgesi Amerika’nın ata toprakları Avrupa’ya yoğunlaşıyor. Milat öncesinden Rönesans’a, Britanya’dan Trakya’ya çeşit çeşit mekan, zaman ve konuya sahip Avrupa temelli dizilerle karşılaşıyoruz. İşte bu fikir ve ürün kalabalığı arasından en yüksek parlaklığa sahip 8 işi seçtik, ilk dördünü önünüze geçtiğimiz günlerde sunmuştuk. Şimdi kalan dördü hakkında konuşacağız. Sıralamayı dizilerin konu aldığı tarihe göre yaptık ki subjektiflik ortadan kalksın.
The Pillars of the Earth
12. Yüzyıl İngiltere taht savaşlarının başlangıcını ve etkisini anlatıyor The Pillars of the Earth. İngiltere’nin Norman kralı I. Henry’nin tahtının veliahtı, Fransa’dan İngiltere’ye yolculuğu sırasında şüpheli bir gemi kazasında ölür. Henry’nin veliahtnın yerini alabilecek 3 isim vardır. Kızı Maud, piç oğlu Robert ve yeğeni Stephen. Aradan 10 yıl geçer ve Henry şaibeli şekilde ölür. Bunu fırsat bilen Stephen kendini kral ilan ettirir ve tahtı gasp eder. Matilda ve Robert beraber Normandiya’ya kaçarlar ve orada Stephen ile savaşmak için bir ordu toplamaya koyulurlar. Bu siyasi arka planın önünde Kingbridge kasabasının yanan katedrali yerine yenisini yapak isteyen bir usta ve papazın katedralin yapımını siyasi dengelerin nasıl etkilediğini şaşırarak izleriz.
Ian MacShane, Eddie Redmayne, Hayley Atwell, Donald Sthurlan gibi efsane bir kadroya sahipken bu diziyi izlememek ayıptan başka bir şey olmaz. Daha önce bir dizi ya da yapımda anlatıldığına şahit olmadığım İngiliz Anarşi devrini anlatmasıyla da farklılığını ortaya koyan The Pillars of the Earth’ün tek problemli yanı sadece 9 bölüme sahip oluşu.
The Borgias
15. Yüzyılın Genovese’leri diyebileceğimiz Borgia ailesinin İtalya’da güç elde etme hırsını anlatıyor The Borgias. Bu hırsın başını ailenin babası Rodrigo Borgia çekiyor. Tüm İtalya’ya karşı bir maske takan ve yaptığı onlarca entrika ile İtalya’nın en güçlü konumuna, papalığa oynayan Rodrigo bu uğurda çocuklarını kullanmaktan bile çekinmiyor. Genellikle kendisi pis işlerini her yanıyla planladıktan sonra oğlu Cesare Borgia’yı maşa olarak kullanıyor. Cesare babasının kendini kullandığının farkında. Bunu kabul ediyor ve babasının İtalya’daki gücünden yararlanıp kendine İtalya siyasetinde sağlam bir yer yaratmaya çalışıyor. Cesare’ın yumuşak karnı ise aşık olduğunu söylesek yalan olmayacak kız kardeşi Lucrezia Borgia. Lucrezia’nın da ailesinin diğer öğelerinden pek bir farkı yok. Entrikaya ayak uyduruyor ve abisinin suyuna gidiyor. O da 15. yüzyılda bir kadın olarak kendini yüksek bir noktada tutmaya çalışıyor.
Dizi bu haliyle yeterince sert olsa da aslında Borgia ailesinin bilinen hikayesini tamamen dürüstçe uyarlamaya çekinmiş. Eğer Borgia ailesinin tarihi hikayesine tanıdık değilseniz uyarlamada bir hata hissetmezsiniz. Ancak Borgia ailesi tarih bilginizde yer alıyorsa dizinin mevcut halinden çok daha sert olması gerektiğini düşünürsünüz. Tarihi bir kenara bırakırsak The Borgia bazı günahlarına rağmen izlemesi keyifli bir tarih dizisi. Bunu sağlayan elementlerden biri baba Borgia’yı oynayan aktörün Oscar ödüllü Jeremy Irons olması. Oyunculuğunu izlemek büyük keyif veriyor. Cesare’ı oynayan Francois Arnold ve Lucrezia’yı oynayan Holliday Grainger’ın oyunculukları Irons karşısında sırıtmasa da dizinin geri kalan oyuncu kadrosu övgü yüzü göremeyecek kadar geri planda kalıyor.
The Tudors
İngltere’nin en ünlü dönemlerinden birini ele alan The Tudors, 16. yüzyılda; Kral 8. Henry dönemimde geçmekte. Henry’nin yönetimde başarının, karizmanın, ileri görüşlülüğün simgesi olduğu gençliğinden; güvensizliğin, lüks düşkünlüğünün, obezliğin simgesi olduğu yıllara kadar izliyoruz. İngiltere’nin katolik kiliseden ayrılışı, Boleyn kızlarının hayatta ve göz önünde kalma çabaları, iktidarın değerleri hükümsüz bırakması gibi olay ve olgular The Tudors’un başlıca konuları oluyor.
Dizinin Muhteşem Yüzyıl’a ilham veren yapım olduğundan bahsetmiş miydim? Bu çok ilginç sayılmaz çünkü iki tarihi dönemin hükümdarının, saray kadınlarının ve tebaanın yaşadıkları çok farklı değil. Ancak ilginç gördüğüm bir konu şu ki Muhteşem Yüzyıl’a The Tudors tahmin edebileceğinizden fazla ilham olmuş. Çünkü yıllar sonra Muhteşem Yüzyıl; The Tudors’la aynı hatalı adımları atıyor. Saray entrikasını abartma, halkın tarihini unutma, reyting endişeli diyaloglar… Tüm bunlara rağmen The Tudors özellikle ilk 2 sezonuyla izlemeye değer bir dizi.
Wolf Hall
Reformun meşale taşıyıcılarından, İngiltere Kilisesi’nin kral sonrası en yetkili kişisi, 8. Henry’nin sağ kolu Thomas Cromwell’in hayatını izliyoruz Wolf Hall’da. Anna Boleyn ile olan sadakat ilişkisi, soylular ve dinadarlarla yaşadığı çatışmalar, 8. Henry ile zirveden zemine yönelen ilişkisi Cromwell’in hayatını izlemeye değer yapıyor.
Wolf Hall’un hikayesi için The Tudors’u eksik yanları diyebiliriz. Halkın durumunu ve Henry’nin reformdaki heves ve etkisini izleyebiliyoruz. Thomas Cromwell’i Mark Rylance, 8. Henry’i Damien Lewis canlandırırken çok da bir şey diyemeyiz. Oyuncular dizideki rolleriyle ödüllere boğulmuşlar boğulacakları kadar. Dizinin yapımcısının BBC olması da dizinin niteliğini destekleyici başka bir bilgi. Bize izlemenizi tavsiye etmek düşer.