Küçükken tükettiğimiz şeylerle daha özel bir ilişkimiz oluyor. Bunun sebebi sadece geçmişe bakıp nostalji hissetmemiz mi yoksa küçükken pek seçici olmamamız mı bilemiyorum. Belki de ikisi birdendir. Bu yüzden benzeri bir şeyi yıllar sonra önünüze çıkınca onu biraz kayırıyorsunuz ister istemez. Benim kişisel deneyimimde bu kaynak, küçükken okuduğum Çin halk masalı oluyor. Tekrar aklıma düşüren şey ise Netflix’in yeni animasyon filmi Over The Moon.
Bahsettiğimiz masal Türkçeye Aya Uçan Çangı şeklinde çevrilmiş, bu isimle rahatlıkla bulabilirsiniz. Bir aşk hikâyesinden beklemeyeceğiniz kadar geriden başlıyor hikâye, çok çok eski zamanlara, gezegenimizin bir değil, tam dokuz tane güneşi olduğu vakitlere kadar gidiyor. Bu dokuz güneş dünyamızı cehennem ateşi gibi kavururken, denizler kururken Houyi adında bir okçu çıkmış ortaya. Doksan dokuz dağı tırmanıp doksan dokuz vadiyi geçmiş. Kırmızı yayı ve beyaz tüylü oku ile tek tek indirmiş okuyla sekiz güneşi. Son güneş kardeşlerinin vurulduğunu görünce korkudan donmuş, Houyi de onu affetmiş, zaten dünyanın karanlıklar içinde kalmasını istemiyormuş. Dedim size, bir aşk hikâyesinden önce güneşin kökeni ile ilgili bir masal bu. O zamandan beri de güneş itaatkar bir biçimde vaktinde batıp vaktinde doğarmış.
Biz Houyi’ye dönelim. Bir kahramanmış artık, herkes onu sevip sayıyor, ziyarete gittiklerinde hasatlarından verirlermiş. Bu Houyi’nin bir de çok sevilen bir karısı varmış, adı da Chang-o imiş. Bir gün bir keşiş Houyi’ye iki kutsal ölümsüzlük iksiri vermiş. Birini yutan ölümsüz oluoyr, ikisini yutan tanrıya dönüşüyormuş. Houyi sevinçle ab-ı hayatları karısına verip saklamasını istemiş, doğru vakit geldiklerinde içip sonsuza dek birlikte olmayı planlamışlar.
Ne yazık ki işler pek yolunda gitmeyecekmiş. Bizim Houyi’nin Pang Meng adında bir öğrencisi varmış. Zeki ama çok kötü biriymiş bu Pang Meng. Kıskançmış bir kere. Ancak Houyi onu çok severmiş ve ona ölümsüzlük haplarından bahsetmiş. Ay takvimine göre 8. ayın 15. günü Houyi öğrencilerini ava götürdüğünde Pang Meng hasta olduğunu ileri sürmüş. Gidip Chang-o’yı tehdit etmiş ve ölümsüzlük iksirlerini zorla elinden almaya çalışmış. Tanrı olmak istiyormuş. Chang-o iksirleri çıkartmış, Pang Meng’in dikkati dağılınca da fırsatı değerlendirmiş. Pang Meng gibi kötü birinin tanrı olmasını istemediğinden, iki iksiri de kendisi içmiş. Ve Ay’a doğru yükselmeye başlamış. Houyi eve döndüğünde karısının akıbetini öğrenmiş. Her ne kadar o yakalamak istese de Ay hep bir adım öndeymiş.
Masalın başka bir versiyonu ise Houyi’nin aslında bir tirana dönüştüğünü, ölümsüzlük iksirini zorla ele geçirdiğini ama karısının böyle bir insanın ölümsüz olmasını istemediği için iksiri kocasından aldığını söylüyor. Houyi de öfkeyle kısa zamanda ölmüş.
Zamanla Ay’ın parlaklığı artmış ve yuvarlak bir şekil almış, Çangı’nın yüzünü andırır gibi olmuş. Bizde de “ayın on dördü gibi bir kız” deyimi vardır, bilirsiniz. O günden sonra 8. ayın 15. gününde Çangı’nın anısına yuvarlak yiyecekler yapmaya karar vermişler, Güz Ortası Bayramı olarak kutlamışlar bu günü. Hala Vietnam’dan Kore’ye pek çok Asya ülkesi bu bayramı kutluyor bu arada.
Filmimiz de aynı masalı annesinin Fei Fei’ye anlatmasıyla başlıyor. Her şeyleriyle mutlu bir aile tablosu çiziyorlar, ancak annesi vefat ettiğinde Fei Fei için sıkıntılar başlıyor. Film kesinlikle küçük bir yaş kitlesine sahip ve çok fazla mizah öğesi var ancak yas ve kayıp gibi ağır konuları da işliyor, bu açıdan bir Pixar filmi izlemekten farkı yok. Zıpzıp gibi inanılmaz sevimli bir tavşan da var, sevdiklerimizin kaybıyla başa çıkma konusunda mesajlar da.
Fragmanı izlerken Fei Fei’in masala ilgisi hakkında şüphelerim vardı, 12 yaşındaki ana karakterlerin aşk hikâyelerine olan takıntısı 2020’de işlemek için çok bayağı bir konu çünkü. Ancak filmin ana fikri ilk dakikalardan çok daha farklı bir yönde ilerlemeye başladı, ben de beklediğimden çok daha güzel bir şey izlediğim kanaatine vardım.
Özellikle bazı sahnelerin renkleri o kadar güzel ki, sadece o sahneler için bile izlemenizi tavsiye edebilirim sanırım. Zaten yönetmen Glen Keane Küçük Denizkızı’ndan Alaaddin’e, Güzel ve Çirkin’den Pokahontas’a, Tarzan’dan Oyunbozan Ralph’e Disney’in çok kilit işlerinde çalışmış biri. Sadece hikâye değil, animasyon anlamında da Over The Moon’un Pixar’ın izini takip etmesine şaşırmamak gerek bu yüzden.
Filmin sıkıntısı ise bunun farkında olması. Bazı noktalarda müziğin ve görselliğin güzel olduğunun farkında. Bu yüzden senaryoyu arka plana attığı oluyor. Muhtemelen yeni içeriklerinin hepsinin sıkıntısı bu artık: bir sahne izliyorsunuz ve biliyorsunuz ki bu sahneyi Youtube videosu olarak paylaşacaklar, paylaşmak istiyorlar. İzlemesi keyifli bu sahneler ve müzikal kısımlar filmin devamlılığı için önemli olsa bu kadar kızmayacağım zaten. Chang-o pop şarkıcısı gibi dans etsin, e, çünkü bunu paylaşırız çocuklar sever. Böyle yapmaları kimi zaman senaryonun gevşemesine neden olmuş. Ee, şimdi ne yapıyorduk dediğimiz zamanlar oluyor, karakterler geziniyorlar öylece, sonra da hikâye bir Deus Ex Machine ile çözülmek zorunda kalıyor.
Neyseki Deus Ex Machina ile hikâyedeki düğümleri çözerken yine de bir arka plana oturtuyorlar. Mesajı da net bir biçimde verdikleri için filmin sonu havada kalmıyor, ana fikir belli ve bu ana fikri olabilecek en net şekilde veriyorlar. Yani Deus Ex Machina yap, arkaplanı sağlam olsun, mesaja katkı sağlasın, canımı ye.
İkinci bir güzel kısım ise masalı ele alış biçimleri. İlk önce Fei Fei’in annesi anlatıyor, Fei Fei için çok önemli bir yer kaplıyor çünkü annesi ile özdeşleştiriyor o hikâyeyi. Sonra ailenin diğer üyeleri çıkıyor karşımıza, Chang-o bencillik etmiş diyorlar, şaşırıyorsunuz. Sonra Chang-o’yı gerçekten görüyorsunuz, belki de haklıydılar diyorsunuz, çok gıcık bir karakter karşınızdaki. En sonda ise, ana fikrin altında bir mesaj daha yattığını fark ediyorsunuz. Mutsuzluk ve melankoli hiç öyle romantize edilecek duygular değil belki de. Mutsuzluk çirkin bir duygu belki de, öfke alevlendirici bir şey. Ölülere bağlı yaşayamayız belki de. Olabilir mi? Olabilir pekâlâ. Ama iyileşmek de mümkün. Öğrenmek de mümkün. Devam etmek de.
Sonuç olarak bana tekrar masal kitabı açtıracak, Zıpzıp her ekrana çıktığında “Çok sevimli!” nidası attıracak bir film oldu Over The Moon. Karakterlerin derinliği ya da senaryo hakkında söylenecek şeyler olsa da -bakın belki de ben mükemmeliyetçiyim, bilemedim- eşi dostu alıp güzel vakit geçirmelik bir film. Muhtemelen bu senenin animasyon dalında Oscar adaylarından olacaktır, Soul’u geçebilir mi, sanmıyoruz. Neyse, ben sizi Frank Sinatra’nın şarkısına bırakıyorum, koymasam olmazdı.