Bu yıl 75. edisyonu düzenlenen Berlin Film Festivali’nde yerimizi almış ve sinemanın gidişatını düşünedururken festivalin boykot çağrılarının yankılarında geçen ilk haftasının öne çıkanlarını bir araya getirdik. Tek taraflı olup bir yandan da içi boş politikliğini dışa vurmakla suçlanan ve birçok sinema yazarının boykot çağrısı başlattığı Berlin Film Festivali’nin 75. yılında politik ortamdan sıyrılıp filmleri konuşmak bir hayli zor olsa da sinemanın çağrışımlarına ve odağını doğrulttuğu perspektiflere odaklanıp bu ortamdan bir kaçış aramak da başka bir seçenek sunabiliyor. Özellikle Tilda Swinton‘un “Berlinale Onur Ödülü” konuşmasında da altını çizdiği gibi daha fazla, bulabildiğiniz her anda ve zamanda filmler görerek yeni bakış açılarına yelken açmak tek çözüm gibi. Üstelik her yıl iki yüzden fazla filmin gösterildiği festivalin nur topu gibi yeni seçkisi “Perspectives” görebildiğimizden çok daha fazlasını vaat ederek bu duruma bir zemin de hazırlıyor, öte yandan yarışma filmleri de sene boyunca adını anacağımız yapımlar sunuyor.

Yeni Berlinale, Yeni Bir Seçki: Perspectives

Geçtiğimiz sene Tricia Tuttle festivalin yeni direktörü olarak açıklanmadan önce Berlinale’nin beş sene boyunca artistik direktörlüğünü üstlenen ve festivale Encounters adlı bir seçki kazandıran Carlo Chatrian‘ın ayrılışı, festivalin gidişatı hakkında soru işaretleri doğurmuş ve haliyle Encounters gibi yeni programların akıbiyetini sorgulatmıştı. BFI’dan tanıdığımız Tricia Tuttle’ın festivalin başına geçmesiyle Encounters seçkisine elveda diyerek sadece “yeni” yönetmenlerin ilk filmlerinin gösterildiği “Perspectives” bölümüne kucak açıyorduk. Sinemaya özgün ve yeni bir soluk getirmeyi vaat ederek daha önce belki adını dahi duymadığımız yönetmenlerin dünyalarına bizleri ağırlayan bu seçkiden gördüğümüz iki film arasında (şimdilik) Urska Djukic’in Little Trouble Girls ve Constanze Klaue’nin Punching The World‘ü yer alıyor. Bu iki filmin yönetmenlerin ilk uzun metrajı olmasının dışındaki bir diğer ortak noktası da ikisinin de büyüme hikayelerine odaklanıyor olmaları. Little Trouble Girls din ve aile eğitimin çocukların kişisel kesiflerindeki etkisine odaklanan bir yapıda ilerleyip ilk kez denemenin gücünü beyaz perdeye taşırken Doğu Almanya doğumlu yönetmen Constanze Klaue’nin Punching The World‘ü iki kardeşin ailevi meselelerle bezeli kişisel arayışlarını sınıf, zenefobi, ırkçılık gibi kavramların odağında izler taşıyarak seyirciyle buluşturuyor. Özellikle Almanya’da türüne az rastlanır bir derecede Doğu’nun Batı’ya entegresi problemine parmak basan filmin çarpıcılığı seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Büyüme hikayelerini sevenlere bu iki filmi listelerine eklemeyi önermenin dışında Céline Sciamma‘nın sinemasından izler taşıyan Little Trouble Girls yıl sonunda da konuşulan filmler arasında yerini alabilir.

Mickey 17 ve Parazit’in Ardından Bong Joon-ho:

Cannes’daki Altın Palmiye’sinden Akademi Ödülleri’ndeki büyük zaferine kadar kat ettiği yolda tüm dünyayı kasıp kavuran Parazit, 2000’ler sonrası dönemde her daim şaşırtmayı başarmış Bong Joon-ho için bir dönüm noktasıydı. Herkesin bol ödüllü bu film sonrasında yönetmenin hangi projeye dahil olacağını merak ettiği dönemin sonuna gelmiş bulunuyoruz keza prodüksiyon aşaması uzun süren ve yayın tarihi birkaç kez ertelenen Mickey 17 nihayet vizyona giriyor. Avrupa prömiyerinde seyrettiğimiz filmin söyledikleri ne yazık ki bir noktadan sonra tekrara düşüyor ve kendi içinde anlattıklarının birer parodisi haline geliyor. Yönetmenin daha önce çektiği Snowpiercer ve Okja filmlerinin sembolik birer karışımı olarak adlandırabileceğim filmin Parazit’in aksine mekan kullanımı sınıfta kalırken oyunculukları parlamayı başarıyor. Robert Pattinson‘a film boyunca eşlik eden Naomi Ackie, kimi zaman Pattinson’un da önüne geçmeyi başarıyor. Günümüzün politik atmosferine yaptığı göndermelerle iyilerin de bir noktada kazanabileceğini ekolojik bir duyarlılıkta anlatmayı eğleyen filmin maalesef ki kendi içinde girdiği döngü, filmin iyi oyunculukları ve muazzam görsel dünyasının yanında göze batıyor. Bong Joon-ho gibi sinemacılara ihtiyacımız olunan su dönemde her ne kadar filmin olumsuz tarafları göze batsa da dev ekranda keyifli bir deneyim yaşattığını da inkar edemeyeceğim.

Yarışma Filmlerinden Öne Çıkanlar:

Büyük festivallerin olmazsa olmazı ana yarışma programında bu yıl yeterli sayılabilecek türde film görmek sevindirdi. Farklı janrlara yayılmış yönetmenlerin yapımlarını takip etmek festival takviminde bazen yorucu da olsa, bu büyüye kapılıp gitmenin hafifliği de başka bir önem arz etmiyor değil.

Ana yarışmadan bizim dikkatimizi ilk haftadan çeken iki film ilk kez Sundance’te prömiyerini yapan If I Had Legs I’d Kick You ve Reflection In a Dead Diamond. Sundance’den büyük beklentilerle ve iyi eleştirilerle Berlinale’ye gelen Mary Bronstein’ın filmi annelik teması etrafında psikolojik bir gerilim olşturuyor ve adeta “We Need to Talk About Kevin” filmini Madea ile birleştiriyor. Kesinlikle hassas izleyiciye göre olmayan ve sorumluluk-annelik ikileminde gidip gelen filmi alıp götüren isim kesinlikle Rose Byrne. Kendisiyle baş başa kaldığımız birçok sahnede performansını doruklarına çıkartıp seyirciyi bir noktada diğerine taşıyor. Sene sonunda da adından sıkça bahsedeceğimize emin olduğum film, kesinlikle listelere eklemeye değer.

Öte yandan tür sinemasını sevenler için biçilmiş kaftan bir eser olan Reflection In a Dead Diamond, birçok filmin “pulp” bir kolajı gibi. James Bond’un David Lynch ile dansı olarak tanımlayabileceğim, stilize yapısı ve dahiyane fikirleriyle ekrana büyüleyen filmin renkleri bile kendisinden konuşmayı hak edecek seviyede. Bazen yoğun geçen festival programlarının yorgunluğuna ilaç gibi gelen tür sinemasından filmler hayat kurtarıyor. Seyirciyi kesinlikle ikiye bölecek Reflection In a Dead Diamond, festivalin öne çıkan hatta ödül alan filmlerinden biri olabilir.

Author

Berlin'den bildirmeye çalışan, Avrupa'nın nabzını tutan, sinema sevdalısı ve yazmayı seven bir birey.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.