DJ, yazar, podcaster ve aynı zamanda da eğitimci. Paul Hanford tüm bu sıfatları fazlasıyla hak ediyor. 2018’den beridir yaşadığı ve ürettiği Berlin’de bir araya geldik ve müzik, Berlin’de yaşam ve sinema hakkında uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Yer yer göçmen sorununu yer yer Berlin’in gelecekte ne dinleyeceğini konuştuk. Güzide semt Neuköln’de bir kafede başlayan sohbet, Hanford’un son çıkan kitabı Coming to Berlin’den ve kendisinin Berlin macerasından da önemli detaylar içeriyor.
Gelin sohbeti başlatalım.
Arda: Üniversitedeki derslerinizi sorarak başlamak istiyorum. Dersler nasıl gidiyor?
Paul Hanford: Yani, BIMM’de müzik “business” öğretiyorum. Biliyorsunuz pandemi döneminde online ders vermeye başladım. Muhtemelen doğal olarak bildiğim bir şey olan müzik kültürünü, müziğin arkasındaki sosyolojiyi öğretiyordum. Ve onu sevdim. Ama burada konuyu akademik olarak öğretmeyi öğrendim, burada da insanlarla iletişim kurmak oldukça kolay.
A: Peki öğrencileriniz dünyanın farklı yerlerinden mi geliyorlar?
P: Ah, evet. Dersler tamamen İngilizce ve çoğunluk öğrenciler Avrupa’dan geliyorlar.
A: Peki bu onlar için müzik endüstrisinde olmak için bir yol mu?
P: Evet, demek istediğim; müzik endüstrisinde olmayı öğrenecekler, ya da belki de zaten içindedirler.
A: Üniversitede dersler veriyorsunuz, yazılar yazıyorsunuz, aynı zamanda da bir DJ’siniz. Berlin’deki insanların sizin gibi multi-kültürel olduğunu düşünüyor musunuz? Bu, şehrin ruhu mudur size göre?
P: Bu gerçekten ilginç bir soru. “Ruh” demek istemedim çünkü benim için biraz subjektif. Yine de, bilmiyorum. Uluslararası bir insan olmayı seviyorum. Biliyorsunuz, dünya İngiliz dili etrafında dönüyor ama bence dünyanın her yerinden insanlarla tanışmak, deneyimlemek istediğim bir şey. Sanırım bu sadece doğduğum ülkede olmak istememenin sonucu.
A: Berlin’deki insanların yaşamak için sadece tek bir şey yapmadıklarını gözlemledim. Demek istediğim; Berlinliler okuyorlar, yazıyorlar, kısacası üretiyorlar. Bunun şehrin ruhu olduğunu düşünüyorum. Birçok şehir bu ruha sahip değil.
P: Ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca Berlin’in farklı topluluklarda bunun için sadece “tek” bir şey yapmayan farklı yönleri olduğunu da biliyorum. Yolda onu düşünüyordum. Berlin’de bazen üzülebildiğinizi hissediyorum ama bazen enerjimiz çok yükseliyor, bazen çok düşüyor. Çünkü yaratıcılığına gerçekten saygı duyulur bir şehirdeyiz.
A: Aslında Berlin’e gelmeden önce Münih’te bir üniversiteden kabul almıştım fakat kalacak bir yer bulamadığım için Berlin’e taşınmayı tercih ettim. Münih, Berlin gibi değil ve genelde yaşlı insanlar orada yaşıyor. Kendini şehre adapte edebilme Berlin kadar kolay değil anladığım kadarıyla. Berlin herkese açık ve yaratıcılığı körüklüyor gibime geliyor.
P: Bence de. Hiç Münih’te bulunmadım ama bir gün gitmek isterim. Bir şey olursa, belki bazı işler ortaya çıkar ve “Hey, Münih’e bir süreliğine gidebilir misin?” Diyebilir. ve “Evet!” Diyebilirim. ama Berlin’e göre daha muhafazakar(şehircilik anlamında) bir yer gibi görünüyor. Münih de çok güzel görünüyor ve biliyorsunuz, ben İngiltere’denim ve çoğunlukla İngiltere muhafazakar bir yer. Berlin, muhafazakar bir yer olmayan son başkentlerden biri. Çoklu kültür ve yaratıcılıktan bahsediyoruz. İnsanlara yaşamak için gerçekçi bir yaratıcı sermaye sunan dünyadaki son yerlerden birindeyiz.
A: Aslında bir sonraki sorum sizin buradaki maceranızla ilgili. 2018’de buraya geldiniz. 2018’deki Berlin’le şu anki Berlin arasındaki en büyük fark nedir sizce?
P: Oh, ilginç çünkü kulüpler bir süreliğine kapandı ve işler hala normal gözüküyor bazı yüzeysel farklılıklar dışında. Birkaç yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bunun gerçekten ne anlama geldiği ilginç olacak. Yani, heyecan verici olan, kulüp kültürü açısından şu anda bölgede her şey yolunda gibi gözüküyor.
A: Tekrardan fark ettim, pandemi dönemini Berlin’de geçirmedim fakat böylesi bir salgından sonra insanların kulüp kültürüne olan ilgisinin arttığını düşünüyorum. Birçok mekan dolu olmaya devam ediyor.
P: Sanırım yedi aydı. Kapalı kaldığımız süreden bahsediyorum. Yapılabilecek en iyi şey bir arkadaşla açık bir alanda, belki bir parkta buluşmaktı. Ama Berlin’de işler normalden fazlasıyla tuhaftı. Demek istediğim, bir daha ne zaman böyle bir şeyi deneyimleme şansımız olacak? Bir şehir için başa gelebilecek en kötü şeylerden biri.
A: İnsanların kendilerini pandemiye kolayca bir şekilde adapte edebildiğini de düşünüyorum. Yönetmen Jean-Luc Godard’ın bile Instagram Live’da yayın açtığını gördük.
P: Ah, evet. Sanırım 90’larındaydı. Geçtiğimiz aylarda hayatını kaybetti ama demek istediğim, iyi bir hayat yaşadı. Kesinlikle pandemide ne yaşandığına dair ilginç bir anekdot. Bir pandeminin yaşanması için en uygun zamanlardan bir tanesiydi belki de. 10-12 yıl öncesine nazaran birileriyle “konuşmak” için çok daha elverişli bir ortamdı.
A: Şimdi de kitabınızın(Coming to Berlin) ilk bölümü hakkında bir soru sormak istiyorum. Süss War Gestern bardaki Berlin’deki ilk gece kulübü tecrübenizden bahsediyorsunuz. Açıkçası bu benim de ilk gece kulübü tecrübeme çok yakın bir tecrübeydi ve mekan da aynıydı. Sonuç olarak, Süss War Gestern’in “uzun” bir gece için iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyor musunuz?
P: Bence harika bir başlangıç. Sahip olabileceğiniz en iyi başlangıç. “Süss War Gestern” veya “Palemo Bar”a gitmek. Oradan “Berghain”e ya da “Sisyphos”a çok kolay bir şekilde gidebilirsiniz Ve bence bir yandan Berlin’e dair bilgi edinmenin ve buradaki insanların nasıl davrandığını ya da müziğin gerçekten nasıl çalıştığını görmekte yardımcı olabilecek en iyi mekanlardan bir tanesi. Ve evet, sonunda bence “Süss War Gestern” geceye biraz tat vermek için harika bir başlangıç.
Aslında bunu yazmamın nedeni, dürüst olmak gerekirse, ben tam olarak bir gece kulübü manyağı (clubkid) değilim. Tamam, müzik için yaşıyorum ama bilgiye takıntılı değilim. Bir albümün ne zaman yapıldığını bilmeme gerek yok ya da parçaların adlarını bile bilmeme gerek yok. Ben daha çok “his” ve kültürle ilgileniyorum. Bu yüzden deneyimler hakkında bir şeyler yazmak istedim. Benim için ilginç olan kelimenin tam anlamıyla “his” idi.
A: Berlin bence müziğin çok kültürlü arenası. Çünkü şimdiye kadar duyduğunuz belki de en iyi elektronik teknoyu bulabilirsiniz burada muhtemelen. Ayrıca 80’lerde şehir Bowie ve Iggy Pop’a dahi ev sahipliği yapmıştı. Peki, şehrin gelecekte müziğe ilgisi hakkında ne düşünüyorsunuz? İlgileri ne yönde olacaktır Berlinlilerin?
P: Bu soruyu daha önce kendime sormuştum… Bence büyük ilgi elektronik ve biraz anarşik ruhta olacak. Belki özgürlük deneyimi bazen anarşik bir yol izleyebilir. 80’lere ve kültürün anarşik bakış açısına bir bakın. Elektronik müzik hala var olacak, bu yüz yıllık özgürlük ve elektronik müzik hala başlangıcından beri var. Bence bu birkaç şey hala var olacak ve belki de elektronik müzik geliştirebilirler. EDM tarzı müziğin hayranı değilim, bana diğer yandan farklı bir şey gibi geliyor. Bu sadece farklı bir dünya. Bağımsız bir kahve dükkanına kıyasla Starbucks gibi.
A: Bu arada, gelecekte, Berlin’in yeni ortaya çıkacak, çıkan müzik türlerine de ev sahipliğini yapabileceğini düşünüyorum. Bu şehir her şeye ve her kültüre açık.
P: Evet, bence de bu yaratıcılık değerli. Bence çok daha işbirlikçi, görsel açıdan çok daha az önemli olabilir. Bu nedenle, keşfedilecek çok daha fazla alan sağladığını düşünüyorum. Ancak ekran hala elektronik tabanda. Açıkçası hakkında pek bir şey bilmediğim büyük bir Hip-Hop/rap yüzü de var şehrin.
A: Benim de çok şey bildiğim söylenemez (gülüyor).
P: Evet, kesinlikle Berlin’in her şeye açık bir alan duygusuna sahip olduğunu düşünüyorum. Ve baskı, bir sanat için bir şeyler üretmek üzerinde değil, daha çok işbirliği üzerine. Biliyorsunuz fikir alışverişine kapımız sonuna kadar açık.
A: Peki, müziğe kendi başlangıç hikayenizi anlatabilir misiniz bize?
P: 90’ların sonlarında müzik yapmaya başladım ve bir grubum vardı. Birkaç arkadaşımla bir gruptaydım. Sadece hafta sonu boştuk, birkaç parça yaptık ve gerçekten iyiydiler. Ben bu gitar müziğiyle büyüdüm,daha sonraları bir arkadaşımın synthesizer’ı vardı, biz de elektronik müzik yapmayı öğrendik. Gerçekten iyi gidiyordu ve ardından qualiphone için anlaştık. Sonra bir anlaşma daha ortaya çıktı ve bu neredeyse benim ilk deneyimimdi. Bu proje üç yıl sürdü. Açıkçası ne yaptığımı hiç bilmiyordum. Bilirsiniz, biraz gitar çalardım, 90’larda yaşadım. O yüzden bu tür davranışlara odaklandım. Bilirsin, bütün bu Brit-Pop, Grunge kültürü… Bir enstrümanı gerçekten nasıl çalacağımdan çok, belki de bir fotoğrafta nasıl rol alabileceğim hakkında daha çok şey biliyordum. Sonra muhtemelen müzik prodüksiyonunu daha iyi öğrendim çünkü birkaç yılımı “bedroom” müziği yaparak geçirdim. Ve DJ’lik aslında tesadüfen önüme çıktı, dürüst olmak gerekirse, yani, bu insanlar müziği ve DJ’liği gerçekten seviyorlar. Açıkçası bazı insanlar DJ’leri gerçekten çok iyi kopyalıyor.
A: Bir şekilde başlamanın, bir işi yapmaktan daha önemli olduğunu düşünüyorum.
P: Evet bu sadece müziği yapmakla alakalı. Bazı insanlar müzik yaparken gerçekten senin dünyanı etkileyebilir fakat bazıları ise sadece seni darmadağın eder (gülüyor). Ama teoride, bu sadece bir şeyleri harmanlama ve bir araya getirme işi.
A: Biraz da kitap hakkında sormak istiyorum. Kitabınızda birçok karakter var hikayesini anlattığınız. Bunların her birini eklemeye nasıl karar verdiniz? Ekleyemediğiniz birileri oldu mu?
P: Birkaç kişi vardı fakat belki de onları gelecekteki işler için saklıyorumdur… Ama sanırım yazdığım birçok kişi spontane bir biçimde ortaya çıktı. Hepsiyle bir bağlantı kurmuştum halihazırda. Çünkü Berlin’e taşınmamda kitabı yazmaya başlayan kadar belirli bir zaman geçmişti. Kısacası konuşmak istediğim kişilerin kim olduğunu az çok biliyordum. Ayrıca insanların biraz daha uluslararası olmasına izin verdim, biraz daha çok kültürlü. Çünkü bu tam olarak benim de geldiğim yer.
A: Benim için en ilginç kısımlardan biri, Suriyeli genç Farhad’ın hikayesini anlattığınız bölümdü. Son yıllarda buna benzer birçok farklı şey okudum. Kitaptaki Farhad Suriye’den Türkiye’ye, Ankara’ya geçip Avrupa’ya giriş yapmış, ardından da Berlin’e gelmişti. Bu kısmı yazarken neler düşündünüz, nasıl hissettiniz?
A: Onun bana güvendiği düşünüyorum tüm bu olanları anlatırken. Söylediklerinin büyük kısmını iki veya üç seansta kaydettim ve biraz bir şeyler yiyip bir şeyler içtik. Ona, hikayesini istediği biçimde anlatmasını söyledim. Hikayesini bana anlatmaya başladığında 2019 yılındaydık ve açıkçası çok gergindim. Kitabı bitirdiğimde kendi bölümlerini ona gönderdim ve kendisini rahatsız eden herhangi bir şeyin olup olmadığını sordum. Ardından Farhad bana döndü ve her şeyin hoşuna gittiğini söyledi, bir anlamda bu iyiydi (gülüyor).
A: Bu tarz hikayeleri, yaşanmışlıkları duymak güzel çünkü günümüzde insanlar, insanları etnik kökenleri veya kaderleri yüzünden yargılıyorlar. Göçmenler hakkında yazmak ve okumak, belki insanlığımızı biraz olsun geliştirebilir.
P: Aslında en büyük hedefim de buydu. Doğal olarak bana ne anlattığını olduğu gibi anlatmak istedim. Son derece normal bir aileden gelen, son derece normal birinin hikayesini.
A: Kitabın bu bölümü bana “Berlin, Alexanderplatz” filmini hatırlattı. Filmi izlemiş miydiniz?
P: Yeniden çevrimini izlemiştim. Ayrıca 70’lerde Fassbinder’in de bir versiyonu vardı ama on saat uzunluğunda bir dizi gibi çekilmişti. Açıkçası, beğendim. Pandemide birçok film izledim. Ama açıkçası “Berlin, Alexanderplatz” hakkında çok fazla detay hatırlamıyorum. Sanırım Berlin’in farklı yerlerini filmde görünce fark ettiğimi hatırlıyorum.
Geçtiğimiz pazartesi “Possession” filmini izledim ve gerçekten çok hoşuma gitti. 80’ler Berlin’inde geçen bir film. Kreuzberg gibi yerleri filmi izlerken kolayca farkedebiliyordunuz. Ayrıca U-Bahn’da geçen bir bölümü vardı. Möckenbrüge bölgesinde. Fakat “Berlin, Alexanderplatz”a gelecek olursak; sanırım yeniden izlemem ve bilgilerimi tazelemem lazım.
A: “Victoria” adında Berlin’de geçen yakın dönemden bir film daha var.
P: Evet, tek plan şeklinde çekilen film.
A: O da son derece ilginç, şehri gece görmek. Sabahın erken saatlerine kadar karakterleri şehirde dolanırken izlemek…
P: Kesinlikle, bu tekniği görmek de son derece ilginç bir deneyim.
A: Peki Berlin’de geçen filmlere dair başka bir öneriniz var mı?
P: Wings of Desire(Der Himmel Über Berlin), tüm zamanların klasiği. Tekrardan Possession. Ayrıca bazı ilginç filmler de vardı korku türünde. 80’lerde Dario Argento’nun prodüse ettiği bir korku filmi. Ama bu bir İtalyan filmiydi, sonuç olarak kolay bir şekilde Berlin’le bağlantı kurmları kolay olmayabilir.
A: Ben ayrıca Tilda Swinton’un Berlin’i bisikletle “Duvar” etrafında gezdiği “The Invisible Frame” belgeselini de çok seviyorum.
P: Ah, evet. O Berlin’de yaşamış mıydı?
A: Sanırım bir süreliğine, evet. Çünkü iyi derece Almanca biliyordu.
P: 17.000 IQ seviyesinde bir insana benziyor kendisi, kendisini her duruma adapte edebilir gibi (gülüyor).
A: Sizin Almancanızın durumu hakkında da sormak istiyorum. Nasıl gidiyor?
P: Felaket (gülüyor).
A: Genau
P: Genau, evet. Ama ileride bir kurs almayı düşünüyorum.
A: Son olarak kitabı yazarken sizi en çok zorlayan şey neydi?
P: Büyük ihtimalle “deadline”. Ama sanırım en iyi şeylerden bir tanesi de “deadline”dı. Çünkü bitiş gününe kadar yazmaya çalıştım. En zor şey her gün kalkıp bitirmeye çalışmaktı. Bitime 54 gün, bitime 53 gün, bitime 52… Tam anlamıyla bitirene kadar bitirebileceğimi hiç düşünmemiştim.
Ses kaydı buralarda bir yerlerde bitse de Hanford’la konuşmaya devam etmedik değil. Sohbet bittikten sonra keyfini çıkarmak, konuştuklarımız hakkında tekrardan düşünmek ve Paul Hanford gibi harika Berlinlilerle tanışmanın verdiği mutluluğu paylaşmak kalmıştı geriye.