Sene 2002, belki 2003. Taş çatlasa 12 yaşındayım anlayacağınız. Star Wars Episode II’yi sinemada izleyeli ya bir ay olmuş, ya bir sene. Daha “orijinal üçleme” diye bir şeyin varlığından haberdar değilim. O sırada bir Matrix serisinin hastasıyım, bir de Harry Potter kitaplarının. Bir de annemin bana Maltepe Pazarından aldığı bir kitap serisi var, adı da “Yüzüklerin Efendisi” mi ne, ona başlayacağım yakında. Kafam çok dolu yani anlayacağınız. Ama bir yaz günü, bilgisayarımın önünde diz çökmüş, gözlerimi kapatıp dua etmeme sebep olan şey ne Anakin’in karanlığa düşüşü, ne Zion’un kaderi ne de Harry. Ben o sırada, Championship Manager 2001/02’de, genç yıldızım Kalam Mooniaruck’un Şampiyonlar Ligi finalinde atacağı gol için dua ediyorum.
Sevgili Geekyaparlar, işbu metin, geek düşünen, geek yaşayan bir adamın Championship/Football Manager serisiyle yaşadığı alengirli aşk hikayesinin bir kopyasıdır.
Dedim ya, geek düşünen, geek yaşayan bir adaım diye, o zamanlar da öyleydim. Bizi Star Wars’lara, Matrix’lere, Harry Potter’lar, Yüzüklerin Efendisi’ler gibi eserlere ne çekerse o sebepten, ben de hemen hemen hepimizin o yaşlarda olduğu gibi bu işlere vurulmuştum. Daha bu sebebin adını koyacak bir zihinsel kapasitem yoktu elbet. Onu yıllar sonra, sol koluma yapılacak bir dövme fikri araştırırken buldum. Üstte duran Modified Bear’ın altına ne geleceğini düşünürken, bir anda Millenium Falcon geçti gözümün önünden.
Rebellion logosu değil, Vader’ın kellesi ya da Luke’un ışın kılıcı da değil; Millenium Falcon. Çünkü Star Wars filmlerinde, diğer her şeyden çok, Millenium Falcon sembolize ediyordu bizi vuran şeyi. Falcon galaksinin en görmüş geçirmiş gemisiydi kuşkusuz. Ne Luke’un baba yadigarı ışın kılıcı, ne de Vader’ın karanlık maskesi: En çok anlatacak hikayesi olan Falcon’dı. Kessel’e 12 parsekte gidip gelmişti mesela. Kessel neresiydi? Daha başka nerelere gitmişti? Kaç gezegenden Tatooine’de olduğu gibi kıl payı kaçmıştı? Death Star saldırısı gibi kaç taarruzda son dakika kurtarıcısı olmuştu?
Geek bir şeyi seviyorsa, içinde yaratabileceği hikayelerden dolayı seviyordur. Sebep buydu. “Lore” gibi bir kelimenin bizim kültürümüzde kutsal sayılmasının sebebi budur. Bizim sevdiğimiz şey evrenlerdir. Biz öykülerin sadece giriş gelişme ve sonuçtan ibaret olmasıyla yetinmeyiz. Biz bir kum havuzu, sonsuz bir arka plan hayal etmeyi severiz.
Ve bu yüzden, diyorum ki, biz aslında Football Manager’ı da en sevecek insanlarız.
O diz çöküp masamın neredeyse altından takip ettiğim Şampiyonlar Ligi finali, benim için fırtınalı bir yolculuğun son adımıydı. Manchester United’ı devralmış, ilk sezonumda Alan Tate ve Kalam Mooniaruck gibi genç oyuncuları ana takıma çıkartmıştım. Sorsanız niye yaptığımı bugün dahi anlatamam. Kendi keşfim Yunan bir kaleciyi transfer etmiş, forvete de dönemin gözde oyuncusu Ronaldo’yu almıştım. Galibiyetler kadar, mağlubiyetler de geldi ligde. O takım bir şekilde Şampiyonlar Ligi finalini gördü bir sonraki sene, ama onlarca son dakika galibiyeti, dramatik sakatlıklar, efsane geri dönüşler sonrasında gördü. Tonla, irili, ufaklı acayip hikaye.
Bir oyun, size sonsuz oyun sağlıyorsa güzeldir. Yani özetle, bir oyun size eğer araçlar verip, kendi hikayelerinizi döndüre döndüre anlatmanıza olanak tanıdığı müddetçe ayrı bir yere girer geek kalbinizde. Football Manager tam olarak bunu yapması için tasarlanmış bir şey. Gerçek hayattaki futbol verilerini alıp, onlardan araçlar yaratan ve sizin hikayelerinize sahneyi terk eden bir yapı. Oynamaya başlıyorsunuz ya hani basitçe? Bir hayat hikayesi çizmeye başlıyorsunuz aslında.
Yiğitcan Erdoğan. Dördüncü lige düşürülmüş Glasgow Rangers’ı aldı. üst üste üç şampiyonlukla Premier Lig’e geri çıkması inanılmazdı, ama en çok ikinci senesinde sol bekiyle yaşadığı takışmayı unutamadı. Peki ya Premier Lig’e ilk çıktığında Celtic ile yaptığı maçta, kendi alt yapıdan çıkartıp, tüm eleştirilere rağmen oynatmakta ısrar ettiği oyuncunun son dakika golünü atması? E tabii aynı oyuncu, İskoç milli takımı ile Avrupa Kupası maçına çıkıp, ilk golünü attığında kendisine teşekkür edince göz yaşlarını tutamadığı da doğrudur. Hele de sonra aynı oyuncu, Rangers’ı Avrupa Ligi finaline taşıyan son penaltıyı gole çevirince…
Şu sıralar yaşadığım hikaye bu işte. Baştan sonra, inişleriyle, çıkışlarıyla, müsaade ettiği kaybetmeleriyle eti budu bu. Bunu herhalde haftalardır birilerine anlatmak istiyorum. İçimdeki bütün geek damarları çatırdayacak seviyeye geldi resmen. Bir oyun, benim elime bloklar verdi ve ben onlardan kendi dünyama bir Eyfel Kulesi diktim. Tutamıyorum kendimi. Kız arkadaşımı, yoldan geçen masum insanları, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı falan çevirip 4-3 biten maçımı anlatmak istiyorum, yönetim el değiştirirken yaşadığım kovulma tehdidini, yaşadığım başarıları, başarısızlıkları…
Dürüst olayım, bunu futbolu ucundan kıyısından sevmiyorsanız yaşayabilir misiniz bilmiyorum. Ama şundan eminim; Football Manager insanoğlunun eline verilmiş belki de en önemli hikaye yaratma araçlarından biridir. Sadece fantastik bir diyar yerine, yeşil sahalarda geçiyor diye, onun bu önemini yadsımayın bence. O sırada ben de şimdiden diz çökeyim, dua etmeye başlayayım. Avrupa Ligi finalim var ne de olsa…