Yazan: Volkan Şahin

I.

Çatırdayan ateşin başında üç adam oturuyor, ısınmaya çalışıyordu. İçlerinden iki tanesi bir konu hakkında derin bir şekilde sohbet ediyorken üçüncüsü gözlerini ayırmadan, hatta hiç kırpmadan ateşi izliyordu.

“Sonra denizden bir taş yükselmiş ve Tanrı Ülgen ona tutunmuş, oturacak yer bulan Tanrı, yaratma zamanının geldiğini anlamış.” dedi kaba sakallı, kalın kaşlı, başında kürkten yapılma şapkası, sırtında yayıyla oturan. Anlatırken gözleri büyüyor, önlerinde yanan ateşin parıltıları gözlerinden yansıyordu.

Ötekisi “Yaratılsın yer!” diye bağırdı aniden, elleriyle yeri göstererek. “Yaratılsın gök!” diye bağırdı tekrar, gökyüzünü göstererek.
Sustular ve ateşi izlemeye başladılar.

“De ki hep, yaptım oldu. Başka bir şey söyleme. Hele ki yaratırken, yaptım olmadı, deme.” diye mırıldandı en başından beri sessiz sessiz oturan. İnce bıyıklı ve çenesinde sakallı yüzünü ateşten ayırıp diğerlerinin yüzlerini inceledi. Uzun süre bakıştılar sadece, en sonunda “Bir gün Tanrı Ülgen’i bulacağım.” dedi.

Diğerleri gülmeye başladı. Öyle şiddetli gülüyorlardı ki üzerinde oturdukları kütükten düştüler. Kahkahaları umursamadı ve kafasını gökyüzüne çevirdi. Kutup Yıldızı’nı bulunca uzun uzun baktı, bir gün Tanrı Ülgen’i bulacağım, dedi mırıldanarak ve sonunda tekrar ateşe çevirdi bakışlarını.

II.

Sabah uyandığında diğerlerini göremedi. Çantasını açınca yiyeceklerinin ve suyunun çalındığını fark etti. C anı sıkkın bir şekilde ufku taradı, söylenmedi, arkalarından lanetler savurmadı. Boş olan çantasını boynundan geçirdi ve yola çıktı. Yürüdüğü bu çorak toprakların üzerinde daha önce de defalarca yürümüştü. Bu topraklarda savaşmış, sevişmiş, ölmüş ve dirilmişti. Zamanında bir savaşta aldığı ölümcül yarayı ve iyileşme sürecini hatırladı. Sol göğüs çizgisinin üç parmak altındaki yarayı ovdu, farkında olmadan.

Güneşin yakıcılığına aldırmıyor, boyuna yürümeye devam ediyordu. Biraz yürüdükten sonra bir avuçluk su birikintisini fark etti, avuçladı, yedekteki boş matarasına doldurdu. Sonra çantasından çıkardığı kalın bir beze döktü, tek bir damlasını bile israf etmemek için çok hızlı çalışıyordu. Islak bezi sıktı, su damlalar halinde boş şişeye döküldü. İki yudumluk suyu kana kana içti. Bomboş olan mataraya baktı boş gözlerle. Bir şey düşünmüyordu, bir şey gördüğünü söylemek bile aşırıya kaçabilecek bir cümle olabilirdi.

Sadece yürüdü. Görevdeymiş gibi, görevden başka hiçbir şey önemli değilmiş gibi… Kendisi bile…

Gücü azalmaya başladı. Yürürken kamburlaşmış, nefes alışverişi değişmişti. Bir çakıl taşına takılıp düştü, kalkmak için herhangi bir çaba sarf etmedi. Toprağa bakan yüzünü inleyerek doğrulttu ve karşısında gördüğü ilk şey büyük bir saray oldu. Yürürken bu sarayı görmemiş olması imkansızdı; çevresini yokladı, üzerinde uzandığı toprağı… Çorak topraklar gitmiş, göğü delen ağaçlar ve kuş cıvıltıları kaplamıştı etrafı. Eskisinden daha güçlü hissettiğini fark etti, şırıldayan derenin sesini duydu.

Arkasından bir gürültü geldiğini işitti, dönüp baktığında bunun saraydan geldiğini anladı. Kapı açılmıştı ve gümüş bakraçları, gümüş kamçıları ile onu koruyan bekçiler adeta buyur edercesine geri çekilmişti. Ürkek adımlarla yürüdü, eşikte durdu. Derin bir nefes aldı, kafasını aşağıya eğerek bekçilere bakmaya çalıştı, yüzlerini göremedi. İçeriden kuş ötüşleri gelince kafasını çevirdi ve içeriye girdi. O girer girmez kapı kapandı. Ortalık önce kapkaranlıktı, sonra camların birinden güneş ışığı usul usul girmeye başladı, çok geçmeden her yer apaydınlık oldu.

Eşyalar altından, kilimler kuş tüyündendi. On adım ötesindeki yemek sofrasında daha önce görmediği, isimlerini bile bilmediği yemekler vardı. Kendisini tutamadı, çantasını bir kenara atıp sofradakileri yemeğe başladı. O yemeğini yerken bir kuğu masanın üstüne kondu. Kuğunun güzelliğinden sofradakileri unuttu, elini ona doğru uzattı ancak kuğu uçtu.

İçini nedensiz bir üzüntü kapladı. Karnı tıka basa doyduktan ve çantasına yol için aldığı yiyecekleri ve suyu koyduktan sonra etrafına daha dikkatli baktı. Duvarlardaki kuş figürleri hoşuna gitti, sonra aniden sarayı aydınlatan güneş ışığı yavaş yavaş söndü. Bir süre karanlıkta kaldı, kapının sesini duydu. Açılan kapı içeri girerken kullandığı değildi, dışarı çıktı. Geldiği orman cennetinden farklı bir yere çıktı, merdivenlerden aşağı indi, yola koyulmadan önce saraya dönüp bir daha baktı. Kuğu, onun etrafında bir tur attı ve gidip kapı eşiğinin gerisine kondu. Kapı yavaş yavaş kapanırken, o, kuğunun bir ışıkla parladığını ve ak bir kalpağı ile çıplak omuzlarında ak atkısı olan güzel bir kadına dönüştüğünü gördü. Bu sadece bir anlıktı, kapı tamamen kapanmadan önceki o tek an… Ama o görüntüyle nerede olduğunu ve kuğunun kim olduğunu anladı. Gözünü kapıdan uzun bir süre ayırmadı, sonra çok kısık bir sesle “Ayzıt…” dedi. Ağzından çıkanı duyunca ürperdi.

III.

Yorulunca ormanın içinde uyumuş, fakat uyandığında ormanı yerinde bulamamıştı. Hemen ayağa fırladı ve etrafına baktı uzun uzun ama sonsuz çorak topraklardan başka bir şey göremedi. Ufuk kırmızı bir ışıkla aydınlandı, güneş doğdu.

Yoluna devam etti, çantasına uzanıp suyunu aldığında güneş tam tepesindeydi. Nefes nefese kalana kadar içti, sonra da yanına aldığı meyvelerden iki tanesini yemeye başladı. Meyvesini yerken gözünü her kırpışında bir görüntü belirdiğini fark etti. Kendisini birden karanlıkta buldu.

Koyu kırmızı, çelimsiz bir güneş kendisinden çok daha büyük bir gezegeni aydınlatmaya çalışıyor gibiydi. Etrafında hırıltılar duydu, sonra yere vuran bir ses. Çelimsiz güneş bu olayların yaşandığı yeri biraz daha aydınlattı. Dokuz semerli boğanın, gümüş tahtında oturan yaşlıca bir adamın çevresini sardığını gördü.

Adam asasıyla onun arkasındaki bir yeri gösterdi, yavaş yavaş o tarafa döndü. Yola çıkarken tanıştığı ve eşyalarını çalan adamları yerde yarı baygın bir şekilde yatarken gördü. Adamlar sürünmeye çalışıyor ve durmadan inliyordu. Görüntüye bir süre sonra kendisi girdi, şaşkınlıkla doğruldu, arkasına dönüp tahtında oturan adama baktı, bir şey göremedi, artık o taraf tamamen karanlıkta kalmıştı.

Hiçliğin içinde tekrar önüne döndü ve olacakları izledi. Adamlar ona doğru sürünmeye çalışıp “Su!” diye sayıklıyordu. Çantasından matarasını çıkardı, kapağını açtı ve yavaşça yere döktü. Kuru toprağa dökülen suyu emmeye çalışan adamları yüzünde büyük bir gülümsemeyle izledi. Kısa bir andı, bu şeytan işi hülyadaki halinin kendisine baktığını fark etti.

Yüzündeki gülümsemeyi ve gözlerini gördükten sonra kendisine geldi.

IV.

İki gün olmuştu ancak yaşadığı duyguları unutamıyordu. Ne yaparsa yapsın gördüklerini hatırlayamıyor, sadece korku, öfke, heyecan ve delice zevk duygularını hatırlayabiliyordu. Gözünün önüne sürekli bir çift göz geliyordu, kırmızı ve çelimsiz bir güneşin altında parlayan bir çift göz… Gözün barındırdığı duyguları anlayamıyordu bir türlü.

Kafasını gökyüzüne çevirdi, Kutup Yıldızı’nı izledi bir süre. Yumuşak bir rüzgar teninde gezdi, sonra kulaklarına iki büyülü kelime getirdi: Ülgen’i bulacağım.

En iyisinin bile en fazla Kutup Yıldızı’na kadar gidebildiğini, Ülgen’i bulmanın imkansız olduğunu biliyordu. Sonuçta o bütün gök cisimlerinden daha uzaktaydı. Hayır, dedi yumruklarını sıkarak. Layık olduğuna inanıyordu, iyi olduğunu biliyordu.

Bütün hayatını Tanrılar için harcamıştı, ödüllendirilmek hakkıydı. Ayzıt’ın onu beslemesi gibi, Ülgen de ona konağının kapısını açacak ve oturduğu kattan evreni izletecekti.

Daha fazla yürümek istemedi. Olduğu yerden milim kımıldamadan dizlerinin üstüne çöktü, çantasını önüne aldı. İçinden at şeklinde oyulmuş bir tahta parçası çıkardı. Sol göğsünün üç parmak altına gelen okla kan kaybından ölmekten, atının onu savaş alanından uzaklaştırıp çabucak kendi topraklarına getirmesiyle kurtulmuştu.

Sonraları o at yaşlılıktan ölünce oğlu onun için bu oymayı yapmıştı.Yağmacıların köylerine düzenlediği baskından, ailesine dair kurtulan tek şey bu olmuştu. O gün hiç sinirlenmedi, intikam istemedi. Tek istediği cevaptı; neden, sorusunun cevabı. Bunu da bir tek Ülgen verebilirdi.

Eğer köyünde olsaydı, bugün doğum günü kutlanıyor olurdu.

V.

Uzaklardan gelen acı feryatlara uyandı, hemen toparlanıp koşmaya başladı. Beş dakika olmamıştı ki sesler kesildi. Ancak o koşmaya devam etti. Hiçbir şey duymuyor, kalbi ağzında atıyordu. En sonunda sesi takip etmekten vazgeçti ve nabzı normale dönünce yürümeye devam etti. Güneş artık eskisi kadar yakıcı değildi. Çantasından çıkardığı suyu zevkle içerken bir ses işitti yine. Herhangi bir kelime ya da anlam barındırmayan düz bir sesti bu, birisi sayıklıyordu. Yürüdükçe daha belirgin hale geldi, önündeki çalıları geçtikten sonra sesin kaynağını gördü.

İki adam, yerde yarı baygın yatıyor ve “Su!” diye sayıklıyorlardı. Onlara yaklaştıkça kim olduklarını anladı. Bunlar macerasının başında tanıştığı ve eşyalarını çalan adamlardı. Bir tanesi gözlerini zor da olsa açtı ve onu fark edince heyecanla sürünmeye başladı. “Lütfen, su!”

Uzun süre adamın gözlerinin içine baktı, bir şekilde ona hiç de yabancı gelmeyen gözlere. Gördüğü manzaradan hoşnuttu, ne ekerseniz onu biçersiniz, dedi ve ona doğru sürünen adamı kenara iterek yürümeye devam etti. Sonra, neden bilmiyordu ama, aniden durdu. Bir tarafı şiddetle gitmesini söylüyor ama bir türlü gidemiyordu.

Yüzünde bir gülümsemeyle yerde sayıklayan adamlara döndü, elini çantasına attı ve su matarasını çıkardı. Susuzluktan ölmek üzere olan adamlar kollarını heyecanla ona doğru sallıyordu. Yüzündeki gülümseme bir an bile azalmadı; matarayı toprağa çevirmeye, aşağı doğru eğmeye başladı.

Dışarıdan onun gözlerine bakan birisi verdiği savaşı anlayabilir, hararetten ter içinde kalabilirdi.

Durdu, yaptığı şeyi düşündü, yüzündeki gülümsemeyi fark etti. Matarayı tutan elini düzleştirdi, çantasındaki her şeyi adamların önüne bıraktı ve elleriyle utanç içinde yüzünü kapattı. “Erlik,” dedi fısıltıyla, “sendin o…” Tahtadan atını eline aldı ve yürümeye devam etti.

Çantanın içindekileri tıka basa yemekte olan adamlardan birisi onun gidişini izledi, arkadaşına dönüp; “Biz bu adamı daha önce bir yerde görmüş müydük?” dedi.

Arkadaşı ağzına kaç lokma sığdırabileceğini ölçmekle meşguldü.

VI.

Artık takati kalmamıştı. Gücü epey zayıflamış, bacakları onu taşıyamaz hale gelmişti. Dayanmaya çalıştı ancak yürümeye çalıştıkça tökezliyor, her tökezlemeden daha da zorlanarak doğruluyordu. En sonunda yere kapaklandı. Süründü, şaşılacak biçimde, uzunca bir süre süründü.

En sonunda gücü tamamen bitti. Parmaklarını bile kımıldatamıyordu. Sırt üstü döndü inleyerek, gökyüzünü izledi. Neredeydi Kutup Yıldızı? Artık görüşü içerisinde değildi. Kalbine bir umutsuzluk çöktü, yolun sonuna geldiğini biliyordu. İçi yiyecek ve suyla dolu olan çantası geldi aklına. Özlem vardı ama pişmanlık yoktu. Yaptığından memnundu ama keşke bir çanta daha olsaydı.

Yine de gönlü ferahtı. Gökyüzündeki yıldızları izledi, Kutup Yıldızı’nı bulamasa bile. Demek en iyisi bile değilmişim, dedi sayıklayarak.

Cebindeki tahtadan atı ovdu, gözlerini kapadı, yüzüne düşen iki damla yaş ve küçük bir gülücükle uykuya daldı.

Uyandığında nerede olduğunu bilmiyordu. Varlık ve yokluk arasında bir yerdeydi. Çevresinde her şeyi görebiliyordu; insanları, gezegenleri, yıldızları, kainatı…

Bir elinde yıldırımlar saçan bir yay, diğer elinde ise büyükçe bir kalkan tutan uzun saçlı bir siluet gördü, sonra koşarak kendisine gelmekte olan oğlunun sesiyle siluet yok oldu. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine, tahtadan oyduğu atı gösterdi, gülüştüler.

Sonra eşi geldi, dudaklarına özlemle tatlandırılmış yumuşak bir buse kondurdu.

Kainat çevrelerinde devrederken beyaz bir ışık parladı ve onları içine çekti.

___________

DEV YAZI ÇAĞRISI 30 Ağustos’a kadar yazılarınızı kabul edecek. Detaylar burada.

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.