Nuri Bilge’yi Uzak, Mayıs Sıkıntısı, Kasaba gibi filmleri ile tanıyanlar için, tam tarzına aşina olduğunuzu hissettiğiniz anda bambaşka bir film olarak çıktı ortaya Bir Zamanlar Anadolu’da. Esasında bozkırda gecen bir geceyi anlatan, Cannes’da ikinci kez Juri Büyük Ödülü’nü almasını sağlayan film.
Hikayenin esas kaynağı Ercan Kesal. Gazete yazılarından, kısa filmlerinden ve oynadığı birkaç rolden tanıdığımız Ercan Kesal’ın asıl mesleği doktorluk. Kariyerinin ilk yillarinda Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde çalışmış ve o zaman gerçekten işlenen bir cinayet üzerine filmde anlatıldığı gibi bir gece yaşamış. Nuri Bilge ve Ebru Ceylan ile ara ara görüştüğü zamanlardan birinde bu hikayeyi dost meclisinde anlatmış, akabinde Nuri Bilge bu olay örgüsünden güzel bir film çıkar diye düşünüp çalışmaya başlamış.
Ana hikaye, Nuri Bilge Ceylan’in dediğine göre çok fazla değişmiş değil. Fakat her zaman olduğu gibi Cehov’dan ve Gogol’den alıntılarla, önceki filmlerine nazaran bol diyaloglu bir film var elimizde.
Hikaye ana karakterlerden biri olan Kenan’ın (Fırat Tanış) bir cinayet işlemesiyle başlıyor. Bunun akabinde komiser Naci rolünde Yılmaz Erdogan, savcı rolunde Taner Birsel doktor rolunde Muhammet Uzuner’den ve kolluk kuvvetlerinden oluşan bir ekip olayı çözmek icin bozkırda uzun bir gece yolculuğuna cıkıyor. Birbirine benzeyen bir cok donemeçte inip cesedin gomulu oldugu bolgeyi Kenan’ın verdigi ifadeye gore bulmaya calışıyorlar, fakat takdir edersiniz, bu bir hayli zaman alıyor. İşe bu hayli zaman esnasında da komiser Naci ve Savcı Nushet arasındaki cekişmeyi, Arap rolundeki Ahmet Mumtaz Taylan ile adliye şöforü arasındaki tartışmaları ve doktorun Arap ile olan konuşmalarını izliyoruz.
Gerek yolculuğun başladığı andaki manda yoğurdu muhabbeti gerekse yol üzerindeki diyaloglarıyla hikayenin gerçekliği ve olağanlığı net pekişiyor. Yolculuk esnasında da zaten tren sahnesi ve rüzgarın ekinlerin üzerinde esme sahnesi ile Tarkovski’ye gönderme yapılmış. Hatta gönderme biraz hafif, iki sahne de bire bir Tarkovski sahneleri ile uyuşmakta. Tabii, burada da Zerkalo filmindeki gibi o yapay rüzgarı elde etmek için helikopter kullanıldı mı, bilmiyoruz.
Gecenin sonu ise tam olarak o ünlü sahneye denk geliyor; Muhtar’ın evinde cekilen yemek sahnesi. O yöreye çok yakın bir yerde doğmamdan mütevellit tüm sahne o kadar gerçekçi geldi ki, kelimelere dökemiyorum. Ercan Kesal’ın o muhteşem oyunculuğu bu sahneyi defalarca izlememi sağladı. Tesbihini cıkarırken “Euzubillah” diyişinden köylünün onun hakkında yaptığı dedikoduları anlatışındaki yüz ifadesine kadar her an tamamen o ortamdaymışım ve gerçek hayattan bir kesit izliyormuşum hissi verdi.
Bu gerçeklik hissi, bu aşinalık hâli, başka şeyleri de tetikliyor elbette. Örneğin Kenan’ın cesedi gomdugu yeri itiraf etmeden once ise, muhtarın evindeki çay sahnesi var. İzliyoruz. Muhtarın kızının loş ışıkta iceri gelmesi, yemek sonrası ağırlık çöken insanların çay servisi icin uyanmaları ve karşılarında o muazzam guzel, saf ve duru kadını gormeleri her birinde bir aydınlanma bir temizlenme hissi yaratıyor. Hatta bu sahnede Kenan öldürdüğü adamın halusinasyonunu goruyor ve ağlamaya başlıyor .Akabinde alınan ifadesinde cesedi tam olarak nereye gömdüğünü tarif ediyor. Kenan’in ifadesi tekrar alınmasıyla cesedin yeri bulunuyor. Tüm bunlar, siz hâlihazırda olayın gerçekliğine tav olduğunuz için, daha sürükleyici geliyor, daha vurucu ve tok bir his uyandırıyor.
Bu gerçekliği yaratmak için olsa gerek, bütün olay örgüsü aynı doğallıkta ve durulukta işliyor. Ancak bu beni bir an olsun sıkmadı. Hikmetini bir süre sonra kavrayabildim. İlk izleyişimden uzun zaman sonra kamera arkasına göz attığımda fark ettim ki, Nuri Bilge her sahneyi birkaç kez farklı duygularla çekmiş ve en son montaj odasında en uygun olan sahneyi tercih etmiş. Tespit ettiğimiz bütünlüğü sağlayan şey bu olsa gerek. Bu metod sadece bu dolu sadeliğe de sebebiyet vermemiş. Tüm olay örgüsünde anlatmak istenen, film boyunca ne çok izleyicinin gözüne sokuluyor ne de anlaşılmaz olma çabasında boğuluyor. Burada da bir meziyet var.
Hikayenin guzel ve akıcı olmasının da ötesinde filmin bir görsel kuvveti var. Nuri Bilge’nin fotoğrafçı olmasından kaynaklı, her bir sahne bir fotoğraf karesi gibi işlenmiş, ışık ve görüntü uyumu cok sey katmış filme. Aynı zamanda Ceylan, beklenmedik yerden de mühür basmış. Normalde filmlerinde çok müzik kullanmasa da, sabah gün doğarken bozkırda yol alan Renault marka arabadan, yağmur eşliginde Neşet Ertaş’ın Allı Turnam şarkısının çalması çok üst seviye bir şarkı seçimi.
Otopsi sahnesine ayrıca deginmek istiyorum, birçok filmde goremedigimiz bir gerçekliği vurmuş yüzümüze, tüm otopsiyi olduğu gibi, sıcrayan kanlar ve otopsi görevlisinin hayıflanmalarıyla izliyoruz. “Başka hastanelerde testerelisi var bunun, artık bunlar kalmadı, biz de almalıyız ama ödenek yok” cumlesini kurarken maktulün göğüs kafesini açan müstahdemin kafasında olayın sahip olduğu olağanlık, izlerken gelen o doğallık bir hayli ürperti veriyor.
Ama otopsi demişken, bir gedikten de söz etmek gerek. Kapanma sahnesine yakın, otopside, maktulün diri diri gömüldüğünün anlaşılması ama bunun doktor tarafından böyle olmadığı şeklinde rapor edilmesi benim için kapalı kalan bir nokta oldu. Zira canlı canlı gömüldüğü otopsi raporunda yer alsa, katil en az iki katı cezaya mahkum olacaktı. Benim için doktorun neden böyle bir şey yaptığı soru işareti olarak kaldı.
Bütün bunların ışığında, Bir Zamanlar Anadolu’da, çıkışından altı yıl sonra benim için böyle bir yerde. Sizlerin yorumlarını da merak ediyorum. Örneğin, izleyenler için: Bir Zamanlar Anadolu’da’nın Nuri Bilge filmleri arasındaki yeri ne?