Mutlaka bir yerlerde, reklamlarda veya duraklardaki afişlerde görmüşsünüzdür. Oralarda görmediyseniz de Netflix’te karşınıza çıkmıştır çünkü hesabınıza girer girmez kabak gibi önünüze çıkıyor bu dizi. Açıkçası çok heyecanla beklediğim bir iş de değildi ama mini seri olmasından mıdır yoksa Burak Aksak’ın kalemine güvenmemden midir; açıp bir izlemek istedim. Eh, izledim de gördüğünüz üzere ki bu yazıyı yazdım. Enine boyuna da konuşacağım zaten ama baştan söyleyeyim, birkaç şeye rağmen beğendim. Yer yer Burak Aksak imzaları taşıyan bir dizi ama bildiğiniz Burak Aksak işleri gibi değil. O zaman lafı fazla uzatmadan gelin bir konuşalım bu 50 M² nasıl diziymiş.
Not: Buradan itibaren spoiler içeren alana giriyorsunuz aman dikkat. Kaçıracağınız çok şey olduğundan değil de, maksat ben uyarmış olayım.
GENEL GİRİZGAH
Diziyi birkaç başlık halinde konuşacağım zaten ama genel bir başlangıç olsun diye birkaç cümle etmek isterim. Öncelikle bu diziyle ilgili beklentimin Burak Aksak kaleminden çıkmış olmasına rağmen çok yüksek olmadığını belirtmem gerek. Hatta sonradan öğrendim ki bu aslında 2016’da TRT’ye sunulmuş bir projeymiş ama bir şekilde olmamış. Eh, çok yüksek beklenti içerisinde olmadığım için de ben izlediğim şeyden memnunum. Ne izleyeceğime dair de çok fikrim yoktu ve izlemeye başladığım ilk saniyelerde burnuma bir ‘Daredevil’ kokusu geldi. Tabii ki Daredevil kadar etkili değildi bu ama bu havayı Burak Aksak’ın yazdığı bir dizide görmek çok hoşuma gitti. Dizi boyunca da bu koku yer yer burnuma gelmeye devam etti ve o fazlasıyla sade anlatımı bana izlettiren de bu Daredevil etkisiydi. Bu etkinin dışında bakarsak dizi gerçekten bazı yönleriyle klişe durabiliyor. Ailesini arayan bir karakter, klasik mafya tipleri, kentsel dönüşüm ile karşı karşıya gelen bir mahalle derken her şey fazla tanıdık gelebiliyor. Ancak her ne kadar fazla tanıdık ve basit görünse de dizi beni memnun etti. Nedenlerini de zaten başlık başlık anlatacağım. Şimdi gelin biraz daha detaya inelim.
SIKICI TELEVİZYON KOKUSU VE KLİŞELER
Dizi hakkında yapabileceğim en olumsuz yorum biraz televizyon kokması ve klişeleri çokça barındırıyor olması. Bu can sıkıcı mevzu her ne kadar izledikçe azalıyor gibi olsa da başlarda bazısına alışması zor gelebilir. Hele ki ilk bölümden bile sıkılıp kapatanlar olmuş olabilir çünkü her şey biraz fazla tanıdık geliyor. Sonradan dizi git gide açılıyor ama böyle bir durum var. İşte tam bu noktada da karşınıza çıkan Burak Aksak imzaları devreye giriyor ki oraya daha sonra geleceğim. Ne diyordum, klişeler. İşte bu klişeler ve televizyon dizisi izlediğinizi düşündüren fazlalıklar sabrınızı biraz zorluyor gibi hissediyorsunuz. Özellikle ilk bölümde Gölge ve Servet karakterinin geçmişinin sanki izleyici daha rahat anlasın diye hızlıca bir hatırlanması beni bir anlığına da olsa sıktı. Ancak dediğim gibi, biraz sabrederseniz dizi kendini biraz daha açıyor ve keyif alarak devam ediyorsunuz. Ha süreler alıştığınız internet dizileri gibi yarım saat değil, biraz daha uzun ama çok da şikayet edip diğer yanlarını kenara atmak istemiyorum.
SENARYO
Ne yalan söyleyeyim dizinin senaryosu öyle çok da ilginç değil. Klişe bir hikayenin yine biraz klişe olan inişini çıkışını izliyorsunuz. Ancak senaryoyu ilginçleştiren –yani en azından seyredilebilir kılan- şeyler Burak Aksak imzaları oluyor. Evet o imzalar tabii ki önceden izlediğiniz Burak Aksak imzaları kadar çok ve serbest değil ama varlar. Hatta bazen hiç beklemediğiniz ve “Televizyon dizisi mi izliyorum ben?” dediğiniz o klişe anların üzerini örtercesine karşınıza çıkıyorlar. Ha bunun yanında senaryoya çok da katkısı olduğunu düşünmediğim dram kokan anlar da var ama sayıca çok azlar. Bir de diziye de adını veren 50 metrekarelik terzi dükkanının gerçekten senaryoda önemli yerinin olması hoş doğrusu. Çünkü olayların önemli bir kısmı bu 50 metrekarelik yerde geçiyor ve bir zaman sonra artık sembol halini alıyor. Bu arada diziyle ilgili sıkça yapılan bir eleştiri var ki o da fazla mahalle komedisi kokması. Açıkçası ben bunun sırf mahalle komedisi olsun diye yapıldığını düşünmüyorum hatta mahalle konsepti dahil bütün detayların Burak Aksak ilginçliğine hizmet ettiğini düşünüyorum.
KARAKTERLER
Tek tek bütün karakterler üstüne konuşmayacağım ama bazı karakterler kendinden bahsettirecek türden. Ana karakteri ayrı bir başlıkta konuşacağım için onu es geçiyorum ve dizinin çakma Wilson Fisk’i olan Servet’i ele alıyorum. Ne yalan söyleyeyim başlarda hiç mi hiç hoşlaşmadım ve bunun sebebi özel bir sebepten dolayı hoşlaşmak değildi. Karakter, fazlasıyla Türk dizilerindeki ağır mafyalara benziyordu ve aşırı klişe geliyordu. Ha zamanla bu etki azaldı ve o kadar klişe gelmemeye başladı orası ayrı. Diğer karakterlerden de ne Muhtar, ne Mesut ne de kalanlar; gayet yerinde ve ayarında olmuş doğrusu. Sadece topal futbolcu karakter olan Civan’ın biraz fazla üstüne gidildiğini düşünüyorum ama bu o kadar da gözüme batan bir konu değildi. Ayrıca dizinin komedi konusundaki ağır topları olan Muhtar ve Turan karakterlerini izlemek de çok keyifliydi.
Son olarak kötü karakterlerden bahsetmek istiyorum çünkü dizinin kötüsü de iyisi de bir kişi değil. Hatta genel bir okuma yaparsanız, insanın da hem iyi hem kötü taraflarının bir arada bulunuşunu hissettirdiğini de anlıyorsunuz. Bu açıdan hem Servet hem de diğer kötüler dizide sona yaklaştıkça güzel bir dönüşüm izliyorlar ve bu dönüşümü izlemek oldukça keyifli.
‘VIGILANTE’ HAVASI
Bu dizinin alametifarikası biraz bu denebilir. Ana karakterin yani Gölge’nin genel tavırları, dizi içinde üstlendiği kilit roller ve bütün düğümlenmelere de çözümlenmelere de sebep olması insanda bir Daredevil etkisi bırakıyor. O kadar güçlü olmasa da, bırakıyor diyebiliriz. Hatta ana karakterleri yani Gölge ve Servet’i bir arada düşünürseniz neredeyse bir Daredevil ve Wilson Fisk portresi canlanıyor gözünüzde. Evet bu portre belki Daredevil kadar kaliteli değil ama bu tonda bir şey izlemek hoşuma gitti doğrusu. Gölge karakterinin Daredevil gibi her dövüşün içinden çıkması, kendince bir amaç peşinde koşması ve kendi deyimiyle “bu şehrin karanlık yüzü” olması bütünüyle beni cezbetti diyebilirim. Bunda karakteri canlandıran oyuncu Engin Öztürk’ün de etkisi büyük çünkü bence kendisinin en iyi performansı bu dizideki karakteri. Biraz dedektiflik, biraz vigilante ruh ve başka bir sürü özellik derken bütün etmenleriyle karakter çok başarılı olmuş ve bu güzel etki bütün diziye çok güzel yayılmış. Ayrıca aksiyon ve dövüş sahneleri de hiç fena değil.
SİHİRLİ TESADÜFLER
Açıkçası bu konu diziyi iyi veya kötü yönden nasıl etkiledi emin değilim ama senaryoyu ciddi anlamda etkileyen bazı tesadüfler ve bir nevi hileli kaçışlar var. Hani bir şey olur ve o an gerçekleşen olayın aslında şans eseri ortaya çıktığını anlarsınız ve “bu da mı tesadüf?” dersiniz ya. İşte o tür şeylerden bahsediyorum ama dizi genel tablo itibariyle bunların üstünü örtmeyi başarıyor diyebilirim. Hatta bu tesadüfler konusu dizinin bir parçası mı diye de düşünüyorum bazen. Çünkü dizide “hayatta beklenmedik durumlarda beklenmedik şeyler olabilir” mesajı da açık seçik veriliyor bence. Dizi boyunca pek çok karakterin başına gelen kritik tesadüflere şahit olunca içinizden bir ses “Ee hayat bu, beklemediğin anda beklemediğin şeyler oluverir” diyor.
BURAK AKSAK İMZASI
Burak Aksak’ın diğer işlerini izleyenlerin alışık olduğu dokunuşlar, adeta imzası haline gelen özel anlatım dili bu dizide de yer yer mevcut. Zaten diziyi ilginç kılan da biraz bu imzalar biraz da izledikçe dünyasına alışmanız. Ayrıca dizi bazen içinde bulunduğu hafif Daredevil dünyadan çıkıp Leyla ile Mecnun bölümüne dönüyor ve hayır, Cengiz Bozkurt oynuyor diye demiyorum. Gerçekten çok ince ve hoş Leyla ile Mecnun esintileri var. Mesela Gölge’nin camii imamına günah çıkarması, Turan karakterinin olur olmadık yerde yaptığı sululuklar ve adeta her bölüm gördüğümüz o Leyla ile Mecnun mesajlarını andıran replikler diziyi keyifli kılan unsurlar. Dizinin komedi dışında kalan kısımları yani daha çok dram ve gerilim içeren anları da Burak Aksak’dan görmek ilginçti. Yani anlayacağınız, 50 metrekare’deki Burak Aksak etkisi çok net ve güzel bir şekilde hissediliyor.
SES TASARIMI VE SOUNDTRACK
Benim yazılarımı, incelediğim birkaç şeyi okuduysanız ses tasarımı ve soundtrack konusunda takıntılı olduğumu anlamışsınızdır. Eh, bu dizide de bu konuyu ele aldım tabii ki. Dizinin en sevdiğim yanı da bu soundtrack konusu oldu. Çünkü görsel bir içerik tüketirken o içeriği birincil düzeyde etkileyen şey duyduklarınızdır ve duyduğunuz seslerin görsellerle bir bütün oluşturması önemlidir. 50 metrekare de bu işi fazlasıyla kotarıyor diyebilirim. Hatta şu Gölge karakterinin özel tema müziği epey hoşuma gitti. Zaten eğer bir şeyin soundtrack ve ses tasarımı hoşuma gittiyse sonradan dinliyorum mutlaka. 50 metrekare için de bunu yapıyorum ama ne yazık ki resmi bir Spotify albümü yok ortada, YouTube’da bulabilirsem yükleyen birileri; onları dinlemekle yetiniyorum. Halbuki koskoca Netflix dizisi diyor insan, bir soundtrack albümü hazırlanmıştır diye düşünüyor ama henüz yok. Umarım bir gün o da gelir.
GERÇEKLER, KİMLİKLER VE DÖNÜŞÜM
Dizinin en sevdiğim yönlerinden biri ve çıkış noktası bu gerçekler ve kimlikler üzerine olan çatışmayı işlemesi oldu sanırım. Burak Aksak’ın yarattığı her dünyada bu tip çatışmalar ve espriyle karışık verilen hayat mesajları mutlaka olmuştur. Bu dizide de anlaşılacak kadar varlar ve aslında büyük resme bakacak olursanız dizinin işlediği konu ne Gölge karakterinin karanlık hayatı ne de Güzelce mahallesinde olup bitenler. Bu dizi daha çok gerçeklerin anlamını, kimlik denen şeyin tam olarak neyi ifade ettiğini ve aslında onu bizim var edişimizi mercek altına alıyor. Özellikle ana karakterimiz olan Gölge’yi ele alırsak, hayatı boyunca kimliksiz bir insan oluşunu ve sonra birden bire ‘Adem’ oluşunu düşündüğünüzde kendi kimliğini yaratan bir karakter görüyoruz. Hatta ‘Adem’ ismi belli ki kasıtlı olarak seçilmiş. Çünkü Gölge karakterinin kimliğini sıfırdan oluşturması ve bir ‘Adem’ olarak yeniden doğması fikri bana çok hoş geliyor. Yedinci bölümde hani bizimkinin yerini tespit eden adamın dönüp “Değişmişsin, Adem olmuşsun artık.” demesini hatırlayın. İşte bu sıfırdan doğma ve ‘Adem’ bağlantısı benim çok hoşuma giden bir dokunuş oldu.
Diziyi izledikten sonra yaptığım küçük araştırmalar sonucu Burak Aksak’ın da buna benzer bir şey söylediğini gördüm. Şöyle ki, Gölge karakterinin dizi boyunca evrimini aslında anne karnındaki bir çocuğu temsil ediyormuş. İlk bölümün sonunu hatırlayın, Gölge karakterimiz o terzi dükkanının camını kırıp içeriye giriyordu ve böylelikle yeni hayatı, ‘Adem’in hayatı başlıyordu. İşte bu an, tam olarak bir bebeğin anne karnındaki doğuşunu yani anne karnında fetüse dönüşmesini sembolize ediyor. Yine Gölge karakteriyle ilgili olarak, beşinci bölümde dilinde yara çıkması da anne karnındaki bebeğin beşinci haftasında dilinin gelişmesini sembolize ediyor. Böyle küçük küçük detayları öğrendikçe gözüme daha da bir ilginç geldi dizi. Ayrıca Gölge karakterindeki dönüşümü, karanlık ve kimliksiz bir geçmişten çıkıp aydınlık ve ‘Adem’ kimliğine bürünüşünü düşünün. Bununla birlikte hem diğer karakterlerin hem de bütün o mahallenin dönüşümünü birleştirdiğinizde dizi kendi içindeki değişim ve dönüşüm sürecini de çok güzel anlatıyor bence.
SONUÇ
Günün sonunda özetlemek gerekirse bu dizi kötü bir dizi mi? Bence hiç de kötü bir dizi değil. Ha, çok çok iyi bir gerilim-komedi karışımı mı? Sanki o da değil çünkü bazen gerçekten her şey çok düz akıyor. Keşke biraz daha katmanlı ve çetrefilli olsaymış diyorsunuz dizi için ama klişelere, basit bir mahalle-mafya hikayesi gibi görünmesine rağmen diğer yönleriyle memnun bırakıyor. Burak Aksak tarzında, o renkte ve ilginçlikte bir şey izlediğinizi hissediyorsunuz. Bir de yazı boyunca bilmem kaç kez söylediğim şu ‘Daredevil’ havası da fena değil denecek türden. Bütün bunlar bir araya gelince ortaya en az 7 puanlık ama 8’i de zorlamayacak bir dizi çıkıyor. O 8’i zorlayamamasının en büyük nedenlerinden biri de süre unsuru. Eğer her bölüm 30 dakika civarında olsaydı belki daha az klişe olurdu ve izlerken daha az yorulurduk. Ancak bölümler 40 dakikayla bahsi açıp 1 saat ile kapatınca insan biraz yoruluyor.
Velhasıl, bazen git gel yaşasam da 50 metrekare ilginç ve fazlasıyla sade oluşuna rağmen izlenesi bir Burak Aksak dizisi olmuş. İzleyiciye ortalama denebilecek seviyede keyifli bir aksiyon, gerilim ve komedi sunuyor. Zaten Burak Aksak’ın da söylediğine göre ilk kez bu kadar farklı bir senaryo ve dizi ortaya koymuş hatta bu farklılık onu biraz zorlamış bile. Eh, üstüne uzun uzun konuştum ve kendi fikirlerimi döktüm saçtım. Her ne kadar hâlâ yazının biraz eksik kaldığını hissetsem de şimdi sizin fikirlerinizi alalım, 50 metrekare’yi nasıl buldunuz? Sizce Burak Aksak kalemi ne kadar etkisini göstermiş ve ilk kez denediği bu farklı tema sizi memnun etti mi?