Sansür. Yasakların en garip olanı, en çileden çıkartanı budur herhalde. Çünkü ortada gözle görülür, elle tutulur bir olgu var ve siz bunun gözle görülür, elle tutulur olmasına katlanamıyorsunuz. Ben hâlâ bir insan nasıl gerçeklere nefret duyar algılayamıyorum. Ama şunu düşünmeden de edemiyorum, eğer konuşulanlar işinize gelmiyorsa ve susturma hakkınız varsa, neden yapmayasınız? Kimse yozlaşmayacağının sözünü veremez ki. Sansür çok yaygın ve aslına bakarsanız kolay bir yöntem. Kısa yol. İstemiyorsanız konuşulup tartışılmasına gerek yok. Vikipedi’de sansür hakkında upuzun bir madde, Wikipedia.org’un yasaklı olduğu ya da bir dönem yasaklandığı ülkeler adında Birleşik Krallık’tan Fransa’ya, Avustralya’dan Venezuela’ya 14 ülkelik bir liste var.
Dünya üzerinde bu yasaklara sayılamayacak kadar çok örnek bulabilirsiniz, biliyorum. İnsanlığın diğer yaşayanlardan en ayırt edici özelliği olan fikirleri aynı zamanda insanlığın baş düşmanı, bu fikirlerin üzerine siyah şerit çekmek için fırsat kolluyoruz. Ama okurken insanın canını gerçek manada sıkan, acı çektiren, haksızlığa uğranmışlık hissinden kıvrandıran ve gerçekleri katiyen yasakladıkları bir dünyada geçen bir kitaptan bahsetsek? Aklınıza hangi kitap gelir? Bu da soru mu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört tabii ki! Distopya kelimesini sözlükte arayıp bulsanız karşınıza bu kitabın resmi çıkar, o derece yani. Peki niye distopik eserlerin başını çekiyor bu kitap?
Çünkü gerçekten güzel bir kitap, klişeleşmiş olabilir ama unvanını hak ediyor. Ama muhtemelen bu kadar popüler olmasının en büyük sebebi, mensup olduğu türün en koyu örneği olması. Korkunç bir gelecek tasviri, ürkütücü bir devlet, sararıp solmuş bir halk ve araya serpiştirilmiş bilim kurgu öğeleri. Afiyet olsun. Ama bu kitap üzerine düşünülmüş bir kitap ve hatta içinde başka bir kitap bulunan bir kitap, yazar bir soluk alıyor, dil ve dilin kullanımı üzerine de düşünüyor bu kitap, dünyanın ekonomik hâlinden de bahsediyor, sosyoloji de konuşuyor. Evet, çok belli benzetmeleri, metaforları var ama bam bam bam alegorik bir masal da değil. Bu yüzden, tüm detaylara önem verdiği aşırı hoşuma gidiyor zaten.
Kitaptaki tüm gözlem ve çıkarımlar bir noktaya dayanıyor. En azından bana öyle geliyor. Gerçek diye bir şey yok. Üzeri karalanmış bile diyemeyiz, yok edilmiş. Toza dönüştürülmüş. Un ufak edilmiş, İç Parti üyeleri tarafından yutulmuş ve dişlerini karıştırdıkları kürdanlar çöpe gitmiş. Her şeyin varlığı silinebilir, birazcık uğraşmak yeter. Gerçek diye bir şey yok, olmasına gerek de yok. Gelecek de geçmiş de sansürlenmiş halde. Ülkenin kimle savaştığı gerçeği, ülkeyi kimin yönettiği gerçeği, günlük hayatta kullandığımız kelimeler, iki artı ikinin kaç ettiği, kısacası dış dünyada olup biten her şey, hiçbir önem arz etmiyor. Esasında kimse bir şey bilmiyor, ama bilmeleri de gerekmiyor. Umursamalarına gerek yok. Özgürlük ile mutluluk arasında seçim yaptığımız her gün, mutluluğu galip ilan etmiyor muyuz? Seçimimiz ne olursa olsun, Okyanusya halkının seçimi belli ve 335 sayfa sonunda, aşağıda bahsedeceğim şeyler hâlâ sansürlü kalıyor.
Geleceği ve Geçmişi Kontrol Etmek
En genelinden başlayalım, gerçekliği silinen ve kitap boyunca tekrar eden, insanın ağzını açık bırakan ve kitabı kapattıktan sonra da en çok akılda kalacak olan, geçmişi nasıl değiştirdikleri. Ne diyebilirim ki, Okyanusya bu konuda çok başarılı. Çünkü bir gazetede hoş olmayan bir cümle varsa öyle çirkin çirkin üzerini çizmiyorlar. Daha estetik bir şey yapıp kül ediyorlar gazeteyi. Daha korkuncu, bu hoş olmaya cümlenin çok temel bir gerçek olması mesela. Okyanusya Doğu Asya ile savaşta ise aksini bildiren belgeler yakılıyor, Avrasya ile savaşmaya başlayınca da tam tersi yapılıyor. Bu en genel sansür hâlinden sonra gelen iki şey var.
Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.
Beyin Yıkama
İlki, örneğin biri Parti aleyhine bir şeyler yazdı. Peki. Yazdığı şeyler yok edildi ve tarihten silindi. Peki. Ama dış dünyadaki kanıtları, söz gelimi üzerinde suçdüşün bulunduran kâğıdı temizlemek onlar için yeterli değil. O fikirleri bulundurun zihni yok etmek bile yeterli değil. O zihni dönüştürmeleri lâzım. Hemen işkence edip öldürürlerse şehit yaratacaklarını da biliyorlar. Önce Sevgi Bakanlığı’nda ağırlıyor, beyinlerini yıkıyor, sonra da halkın arasına geri salıyorlar bu insanları. Sonra isterlerse öldürürler. Ama eninde sonunda bir insanın düşünme yapısını, zihnini sansürlüyorlar, korkunç değil mi?
Sürekli Savaş
İkinci şey ise, sürekli bir devir daim şeklinde yaptıkları özellikle savaş konusundaki sansür. Çünkü savaşın kimle olduğu sürekli değişebilir, ne için olduğu da. Buradaki tek olay, savaşın sürekliliğinin gerekliliği. Dünyadaki iki büyük devlet kendi topraklarından uzakta güç gösterisine girse, filler tepinse çimler ezilse, size şaşırtıcı gelir mi? Çok tanıdık. Bir kere ekonomiyi canlandırıyor, isterseniz silah ticaretinden bahsedin, isterseniz ”Bir binayı yıkarsan tekrar inşa edersin.” deyin. Hatta insanları bile canlandırıyor, hep savaşılacak ve nefret edilecek bir düşman, sürekli kazanılacak zaferler veriyor insana! Kitapta da söylendiği gibi ”çekik gözlü, hüzünlü gözleri” istedikleri kadar esir alıp istedikleri kadar esir takası yapabilirler, sonsuz bir döngü bu.
Dil Mevzusu
İnsanların zihnini sansürlüyorlar ve başka bir şeye dönüştürüyorlar demiştim. Bunu sadece Sevgi Bakanlığı’nda yapmıyorlar. Kitabın en sevdiğim ”detay”ı bu olabilir sanırım. Yenisöylem, çok zekice bir fikir. Çok şeytanice bir tasarı. Kullandığımız dilin bizi ve yaşayışımızı etkilediği aşikar. Düşünce ve dilin ilişkisi de apaçık belli. Anlamları sürekli daralan sözcükler ve sürekli küçülen bir dil düşünün. Söyleyemedikten, yazamadıktan sonra bir anlamı kalıyor mu ne düşündüğümüzün? Ayrıca başka insanları da dinleyemedikten, okuyamadıktan sonra yeni fikir üretmek ne kadar mümkün? Böyle bir kısır döngü işte. Özgürlükle ilgili bir metin basitçe ”suçdüşün” kelimesine indirgenebilir, ”eşitlik” kelimesinin siyasal eşitlik anlamı ortadan kaldırılabilir, o zaman kimse bunları düşünemez de. Dünyanın en geniş kapsamlı oto-sansürü, Yenisöylem insanın ağzını bantlamaktan farksız, bir de koskoca bir ülkenin konuştuğunu düşünsenize!
Sen Kimsin Birader?
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü tanımladığım paragrafta neden hükümet yerine devlet kelimesini kullandım, biliyor musunuz? Çünkü bir noktada O’Brien’ın kendisi de Büyük Birader’in hiçbir anlamı olmadığını itiraf ediyor. Belki yirmi, belki yüz yirmi, belki de gerçekten tek kişi bir tahta oturuyor. Kimin hükümet olduğunun bir önemi yok yani. Artık hükümet diye bir şey, tıpkı muhalefetin olmadığı gibi. Bütün posterlerden insanlara kaşını çatan adam yüzyıllarca yaşayabilir, o tek bir adamın arkasına sığınan tüm güçler de. Koskoca ülkeyi kimin yönettiği gerçeği bile bilinmiyor.
”Büyük Birader diye biri var mı?”
”Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti’nin cisme bürünmüş hâlidir.”
”Peki, ama benim var olduğum gibi mi var?”
”Sen yoksun ki,” dedi O’Brien. (…) ”Hiç önemli değil. Büyük Birader var.”
”Peki, Büyük Birader bir gün ölecek mi?”
”Tabii ki ölmeyecek. Nasıl ölebilir ki?”
Ve gerçeğin bu kadar çetrefilli, karmaşık sansürü arasında daha basit hamleler de var. Din, aile, cinsellik, kısacası Parti dışında herhangi bir kurum yok, yasaklanmış. Sonuçta tapılacak bir şey varsa o Parti’dir. Sevgi gösterilecek ve önemsenecek bir şey varsa yine Parti’dir, öyle değil mi? Bir de çiftdüşün meselesi var tabii, 40 delil ile bir cahili yenemiyorsunuz. Ama hepsini karıştırınca ortaya böyle bir baş ucu eseri çıkmış işte!
Siz ne diyorsunuz? Tarih konusunda yanılmış olsa da George Orwell’ın tahminleri hedefi bulur mu?
1 Comment
Gerçekten başlık bir sansür sebebi ile kaldırıldı mı yoksa bu bir kitap incelemesi tarzında bir şeymiydi anlamadım. Neyse her iki türlü de güzel bir yazı olmuş.