Romanları, mangaları ve animeleriyle Japon edebiyatı Amerikan sinemasına sıklıkla malzeme sağlıyor. Çok konuşulan, takdir toplayan ve hatta özgün öldüğünü varsayılan birçok filmin, Japonya kaynaklı eserlerden uyarlama olduğunu görebiliriz. Inception’un Papurika’dan, Black Swan’ın Perfect Blue’dan, A Fistful of Dollars’ın Yojimbo’dan fazlasıyla ilham aldığını biliyoruz. İnceleme yazısıyla karşınızda olduğum Bullet Train de Japon romanından uyarlanan bir film. Belli bir kısma kadar hiç sürpriz bozmadan, bir yerden sonra da bir uyarı vererek az biraz spoiler vererek devam edeceğim.
Doğru filmde olduğumuzu anlamak için öncelikle hikâyeden bahsedeyim. Film bir grup suikastçının, mafya üyesinin, psikopatın, çılgının, manyağın bir şekilde aynı hızlı tren yolculuğunda denk gelip hepsinin kendi görevini yapmak için bulunduğu trenden sağ salim inmeye çalışmasını konu ediniyor. Sürekli el değiştiren para dolu bir çanta, duraklarda değişen yolcular ve artan cesetlerin arasında bir aksiyon komedisi izliyoruz.
Kotara Isaka’nın birbirinden bağımsız, suikastçılar üçlemesinin ikinci kitabından uyarlanan Bullet Train, Japonya’daki hızlı tren sistemine verilen ad. Kitabın orijinal adı ise Maria Beetle. Film büyük oranda kitaba paralel gitse de hikâyede birçok değişiklik yapılmış. Bununla beraber birçok ögenin Amerikanlaştırıldığı ve Hollywoodlaştırıldığı görüyoruz.
Filmlerde dublör olarak başlayan sonradan yönetmenliğe sıçrayan, yakından tanıdığımız iki isim var. Biri Chad Stahelski diğeri David Leitch. Bu filmin yönetmeni; daha önce üç filmde Brad Pitt’in dublörlüğünü ve John Wick’in koreografisini yapan; Deapdool 2, Hobbs & Shaw ve Atomic Blonde’un yönetmeni olarak bildiğimiz David Leitch. Bunların arasında Atomic Blonde’un bende güzel bir yeri var çünkü Charlise Theron’lu John Wick aksiyonu izlemek güzel bir deneyimdi. Dövüş koreografileriyle birlikte kameranın çok iyi kullanıldığı filmde, Leitch yakın dövüş sahnesi çekmekteki başarısını göstermişti. Tetikçi düğünü gibi olan Bullet Train’de de karakterlerin neredeyse hepsi en az bir kere dövüşmek zorunda kalıyor ve sahneler oldukça göz doyurucu. Hobbs ve Shaw, Hızlı ve Öfkeli markasının yan ürünü olduğu için serinin diğer filmlerine oldukça benziyordu ama kendini onlar kadar ciddiye almayan bir komedi olması, 90’ların buddy cop havasıyla da birleşince keyifli bir seyir sunuyordu. Deadpool 2 de benim için olumsuz yönleri olumlu yönlerinden fazla olan bir film, ilk filmin vuruculuğunu göremediğim bir iş olmuştu ama Bullet Train’de David Leitch’in yeteneklerini daha fazla kullandığını söyleyebilirim.
John Wick ve Deadpool’un yanısıra Guy Richie ve Tarantino’nun tarzının da bu filme yansıdığını söyleyebiliriz. Lineer olmayan hikâye akışı; flashbacklerle karakterlerin bakış açılarını ve orijinlerini aktarma, anlamsız görünen unsurların sonradan sonuca bağlanması, dördüncü duvarı kırma gibi son derece post modern anlatım teknikleri kullanılmış ve kitaptaki bölüm adları alınıp film epizodik bölümlere ayrılmış. Sinematografi takdire şayan, aksiyon sahnelerinde ve mizah unsuru olan bazı sahnelerde kamera kullanımı filmin tadına tat katmış. Renkler, açılar ve hatta kostümler bile gözleri sürekli ekranda tutuyor.
Filmin birden fazla baş rolü var ve nereden baksanız hepsinden ayrı ayrı solo film çıkarabilirsiniz hatta tanıtım görsellerinde Brad Pitt’in çok fazla öne çıkması diğerlerine biraz haksızlık olmuş gibi. Filmdeki karakterlere de değinmeden bitirmek istemiyorum o yüzden bu noktadan sonra az buçuk spoiler verebilirim.
Kimura
Film, hastane odasında yaralı oğlunun başında bekleyen bir babayla açılıyor. Andrew Koji’nin canlandırdığı Kimura, oğlunu bu hale getirenden intikamını almak için elinde bir silahla trene biniyor. Kimura’nın babasının da kendine başka bir intikamı var, filmin son çeyreğinde bilge bir samuray gibi ortaya çıkıyor.
Uğur Böceği
Brad Pitt, parayla casusluk yapan bir karakteri canlandırıyor. Kiralık katil demeye dilim varmıyor çünkü film boyunca kimseyi öldürmek istemiyor. Öldürmeyi geçtim, trende bulunma sebebi evrak çantasını çalıp kaçmakken, düşmanın karşısına oturup; “abi ben size çantayı verip trenden ineyim, siz de beni salın, uğraşmayalım birbirimizle” minvalinde bir konuşma yapıyor. Önceki görevlerinin birinde iki kere vurulmuş, olaydan sonra da barışçıl doğu felsefesine yönelmiş, evrenle barışmış, yürüyen bir kişisel gelişim kitabına dönüşmüş. Sürekli iyi-kötü şans ve kaderden bahseden Uğur Böceği, filmin sonunda kadere olan bakış açısını değiştiriyor.
Limon ve Mandalina
Kendileri isimlerinden daha komik olan bu ikiz suikastçılar, Japonya’nın en büyük mafya babası olan White Death’in oğlunu kurtarmak ve fidye parasını babaya geri götürmekle görevli. İkiz olduklarına inanmak zor çünkü Mandalina’yı Aaron Taylor-Johnson, Limon’u da Brian Tyree Henry canlandırıyor. Kitapta fiziksel olarak birbirine aşırı derece benzeyen ortaklar filmin aksine kardeş değiller. İki tetikçinin film boyunca olan diyalogları sürekli Pulp Fiction’daki John Travolta’yla Samul L Jakson’ın ilişkisini akla getiriyor. Limon’un sürekli Thomas & Friends’ten alıntılar yapıp bunu hayati bir metafora dönüştürmesi de filmin içinde sürekli yinelenen müthiş bir mizah unsuru oluyor.
Kurt
Bad Bunny’nin canlandırdığı Kurt karakteri filmin Meksika karteli bıçkın delikanlısı. Trene sonradan binen ve yolculuğu kısa süren Kurt’un geçmişi kısa bir flashbackle açıklanıyor ve sırf bu flashback sayesinde Kurt, solo bir film hatta bir diziyi hak ediyor.
Prens
Joey King tarafından canlandırılan Prens, ortaokul öğrencisi görünümlü bir kadın. Kitapta Prens kız çocuğunu andıran bir erkek ve gerçekten bir ortaokul öğrencisi. Kimura’nın oğlu Wataru’yu bir AVM çatısından aşağı itiyor ve intikam için tutuşan babayı, kendi intikamında bir piyon haline getiriyor. Filmin muhtemelen en can sıkıcı karakteri olan Prens,White Detah’e karşı intikam planında, trendeki herkesi manipüle ederek amacına ulaşmaya çalışıyor.
White Death
Trenin son yolcusu olan gizemli White Death’i Michael Shannon canlandırıyor. Rus mafyasından atılmış veya eski bir KGB üyesi, kimse geçmişini bilmiyor. Japonya’ya gelip mafyaya sızmış ve zamanla yükselerek, bir isyanla mafyanın başına geçmiş. Japonya’nın en acımasız ve en güçlü patronu. Filmin sonuna kadar yüzü gizli kalıyor, flashback sahnelerinde de yüzünü hep bir maskeyle örtülü olarak görüyoruz. Burada, White Death’in yağmurlu bir günde patronuyla Rus ruleti oynarken, yüzündeki maskeye düşen yağmur damlalarının gözyaşı gibi akıp gitmesinin ne kadar müthiş bir görsel anlatım olduğuna ayrıca dikkat çekmek istiyorum.
Tren
Mekân olarak hızlı tren, neredeyse filmin karakterlerinden biri. Filmin neredeyse tamamı trenin içinde geçiyor ama tren hiçbir şekilde klostrofobik bir ortama dönüşmüyor çünkü trenin çok fazla kompartımanı var. Japonya boyunca ilerleyen trenin camlarından bir şekilde şehir manzaralarını da görebiliyoruz. Maceranın sonralarına doğru tren yanlış raylara girip önüne geleni ezip biçen ve patlamalara sebep olan bir canavara dönüşüyor, bu da kitapta olmayan bir kısım.
Durdurulamayan bir yolcu otobüsünü izlediğimiz Speed ve trendeki cinayet deyince akla gelen ilk örnek olan Murder on the Orient Express’i Bullet Train’in benzerlerine yazabiliriz. Murder on the Orient Express’in “katil kim?” sorusu çevresinde dönen merak unsurun aksine Bullet Train’de sürekli “ne oluyor burada?” sorusunu sorduruyor ki bu, filmi diğer muadilinden daha gizemli yapıyor. Her ne kadar yazı bir övme seansına dönüşmüş olsa da Bullet Train mükemmel değil ama izlediğinizde gününüzü keyiflendirecek bir film.