İkinci güne hoş geldiniz sevgili geekler. Bugün de dün olduğu gibi tamı tamına dört adet film izledik. İlk iki filmimizi Berlinale Palas adlı, aslında açılış, kapanış, ödül töreni gibi organizasyonların da yapıldığı ana binada izledik. Dün gece de burada devlet görevlileri ve ünlülerin katılıp, biz garibanların katılmadığı açılış etkinliği vardı. Eren bundan iki sene önce festivale katılmıştı, bu senenin diğer seneye göre oldukça boş geçtiğinden yakınıyor. Fakat ben kalabalık olmamasına seviniyorum. Her neyse, bu mini deneyimlerimden sonra izlediğimiz filmlere hep birlikte bir göz atalım.
Robe of Gems
Meksika’a kırsallarında geçen, fakir ve zengin arasındaki farkı, bölgedeki suç dünyasını anlatan bu filme girmeden önce oldukça heyecanlıydım. Fakat kasabanın zaten sıkıcı olan suç hayatını, böyle sıkıcı bir şekilde, çorba ederek anlatmak gerçekten bir başarı hikâyesi. Filmin anlatmak istediği şeyler oldukça sıradan, muhtemelen Meksika halkı için daha da sıradan şeyler. İnsan kaçakçılığı, zenginlerin fakir sorununu kendi yollarıyla çözme çabalarını konuları aslında işlenmesi keyifli konular. Bunun farklı kamera açıları, çılgın ses tasarımları ile anlatılma çabasını da anlıyorum. Fakat bence hepsini bir araya getirince çok da çalışmamış. Film bazı kısımlarında dümdüz bir anlatıya sahip, bazen de alakasız bir diyalog ile garip bir açıdan sanatsal anlatımlar deneyen bir enstalasyon gibi ve aradaki dengeyi tutturabildiğini düşünmüyorum.
La Ligne
La Ligne, nam-ı diğer Çizgi, annesini dövdükten sonra 100 metreden fazla yaklaşırsan cıs cezası alan bir kızın öyküsünü anlatıyor. Bence bu film çok güzel bir anne kız ilişkisi anlatımıydı. Aynı zamanda kız kardeşlik konusunu da, gerçekten bir kadının çerçevesinden izlemek çok keyifliydi. Benim izlediğim ilk Ursula Meier filmi oldu ve diğer filmlerini de oldukça merak ettim. Filmin müzikleri ve müziğe olan yaklaşımı da bir diğer takdir ettiğim yanı oldu. Bu filmi izlemeseniz dahi açılış sahnesini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim, çünkü kendisi bir şaheser.
Le Edad Media
Sonunda bir pandemi filmi izledik. Türkçeye “Orta Çağ” olarak çevirebileceğimiz bu Arjantin filmi, bir pandemi komedisi. Evlere kapanılan dönemde, sahne sanatları ile ilgilenen bir aileyi çocuklarının gözünden izliyoruz. Benim de çevremde pek çok tiyatrocu arkadaşım alternatiflere yönelip, farklı şeyler denedikleri için (örneğin WhatsApp tiyatrosu) bu filmden aşırı keyif aldım. Hem evde tıkılıp kalmanın yarattığı durumları, hem de alternatif yollar aramayı keyifli bir dille anlatıyor bu film. İlerde daha fazla pandemi filmi izleyeceğimizi düşünüyorum. Bu aceleye getirilmemiş, kesinlikle eğlenceli bir versiyonuydu.
Occhiali Neri
Gerçekten nereden, nasıl başlayacağımı bilmiyorum yazının bu kısmına. Suspiria’sını çok sevdiğim, giallo akımının babası Dario Argento’nun yeni filmi gerçek kesit bölümlerini mumla aratıyor. Senaryodan çekimlere, oyunculuklardan ucuz plastik makyaja kadar her şey o kadar gülünçtü ki, hâlâ inanamıyorum. Berlinale gibi dünyanın sayılı festivallerinden birinde, böyle bir filmi gala filmi olarak göstermeleri de gerçekten enteresan geldi bana. Filmden çıkıp otele dönerken, otel yakınlarındaki bir İtalyan restoranının önünde film ekibine rastladık ve filmin katilini oynayan aktöre dönüp, harika bir filmdi dedim sırıtarak. Neden İtalyan bir ekip, başka bir ülkede, bir İtalyan restoranına götürülür ki?