Geçtiğimiz iki günlük maraton beklediğimden çok daha keyifli geçti. Bundan sonra Berlinale gibi Avrupa’daki film festivallerine gelip, görüşlerimi, deneyimlerimi sizlerle paylaşabilmek adına elimden geleni yapacağım. Yorulacağımı, filmlerde baygınlık geçireceğimi, günde dört film mi izleyeceğim diyeceğimi düşünsem de, tüm filmleri pür dikkat izlemeyi başardım. İzlediğim filmlerin oyuncularını kah bir lobide, kah filme girmeden önce salonun önünde görünce çok mutlu oluyorum. Kendilerini koşa koşa tebrik etmek istiyorum, fakat ben basınım, ciddiyetimi korumam lazım, biraz yılış biriyim gibi görülmemeliyim diye hemen Eren’i dürtüp, bak şunu şunu gördüm diye göz ucuyla göstermekle yetiniyorum. Hem de korkularımın hiç biri gerçeğe dönüşmedi. Dilerseniz 12 Şubat Cumartesi günü izlediğim dört film hakkında yorumlarıma geçelim.
Brat Vo Vsyom
Brothers in Every Inch jet pilotluğu ile ilgili bir Rus filmi. Ruslar ve ordu, hele ki ordunun en disiplinli kolu olan jet pilotluğu ile ilgili bir filmin, hem militarist hem de erklikle bezeli olacağını düşünüyordum. Brat Vo Vsyom, bu konudaki tüm ön yargılarımı kırdı. İkiz kardeşlerin jet pilotluğu akademisinde başarılı olma çabalarını, bu süreçte birbirlerine nasıl tutunduğunu izliyoruz. Bütün bu sürece insani bir açıdan yaklaşan filmin, özellikle görüntü yönetmenliğini çok başarılı buldum. Uçuş sahneleri gerçekten çok güzeldi. Güçlünün güçsüzü ezdiği bir ortam yerine, ordu eğitiminde eğitmenin ikiz kardeşlere, ara ara onlara söylense dahi, bir ebeveyn gibi yaklaşımı çok hoşuma giden bir ayrıntı oldu. Soğuk bir ortamda anaçlık ve kardeşlik duygularının ağır basması, seyirciye kendini güvende hissettiriyor. En ufak bir hatanın hayatınıza mal olabileceği bir iş becermenin de ne kadar zorlayıcı olduğunu gayet güzel aktarmış film.
Rabiye Kurnaz Gegen George W. Bush
Yarışma filmleri arasında en çok merak ettiğim filmlerden biri buydu. Taliban’a katılmaya çalıştığı düşünülerek tutuklanan, Guantanamo cezaevine gönderilen ve suçu kanıtlanmadığı halde tutuklu kalan Murat Kurnaz’ın annesinin, oğlunun adil bir şekilde yargılanması için verdiği mücadeleyi anlatıyor film bizlere. Almanya’da yaşayan Rabiye ve ailesinin, onun yanında duran Alman avukatın macerasını izliyoruz. Oyunculukların güzelliğinden tutun (özellikle Meltem Kaptan’ın performansı gerçekten harika), Cenk Erdoğan’ın çaldığı gitarlarla şenlenen müzikleriyle iki saatlik film su gibi akıp gidiyor. Bu gibi filmlerden sonra oturup, konu aldığı gerçek hikâyeyi araştırmayı çok seviyorum. Böyle büyük bir trajediye, bu kadar sıcak bir noktadan yaklaşmayı becerdiği için Andreas Dresen’i tebrik etmek gerekiyor. Umarım yakın zamanda İstanbul Film Festivali ya da Mubi gibi platformlarda, ülkemizde de seyirci ile buluşur. Kesinlikle izlemeniz gereken filmlerden biri.
Zum Tod meiner Mutter
Gerçekten bir karakterin ölmesini tüm kalbimle dilememiştim. Ta ki bugüne kadar. Yani bu arada, uf ne kötü insan, haydi ölsün diye düşündüğümü sanmayın. Filmin atmosferi, ki bu atmosferin bilinçli yapıldığını düşünüyorum ve hatta filmin kendisi o kadar sıkıcı ki, anne bir an önce ölsün ve bu çile bir an önce bitsin diye koltuğu sıkarak izledim. Korkunç derecede hasta bir annenin, ötanazi yapmak yasak olduğu için, kendisini aç ve susuz bırakarak, bir bakım evinde öldürme çabasını, kızının da yanında durmasını izliyorsunuz yaklaşık iki saat boyunca. Kendinize dünyanın en sıkıcı deneyimlerinden birini yaşatmak istiyorsanız bu filmi izleyebilirsiniz.
Avec amour et acharnement
Claire Denis’in High Life’ını izleyince, vay be ne kadar da iyi bir yönetmenlik eseri diye düşünmüş, atmosferden, görüntü yönetmenliğinden ve müziklerden çok etkilenmiştim. Yeni filminin 50’lerinde bir çiftin aşk hikâyesi olduğunu görsem dahi bu filme dair umutlarım çoktu. Müziklerini yine Tindersticks yapıyordu ve dediğim gibi bir önceki film çok güzeldi. Tamamen yanılacağımı nereden bilebilirdim ki? Aşırı standart bir aşk üçgeni hikâyesinin vasat bir sunumu Avea amour et acharnement. Karakterlerle pek bir bağ kuramadığınız için, filmin içine girmekte de oldukça zorlanıyorsunuz. Filmin içinde, olan bitenle hiç bir alakası olmayan. Jean karakterinin melez oğlu üzerinden, Avrupa’da ırkçılık konusu işlenmeye çalışsa da, o da bir yere varmıyor. Ne mesaj verdiği, ne anlatmak istediği belli bile olmuyor. Biz bu filmi galasında izledik, oyuncular ve yönetmen de seyirciler arasındaydı. Film bittikten sonra cılız bir şekilde alkışlandı, akabinde seyircilerden bir tanesi filmi yuhaladı ve sıkıcı diye bağırdı.
Filmin görüntü yönetimi, atmosferi de oldukça standart. Hatta bazı sahneleri bariz bir şekilde cep telefonu ile çekmişler. Sinema kamerası ile birlikte kullanıldığı için aradaki kalite farkını şıp diye anlıyorsunuz. Bu tercihin de anlatıya katkıda bulunan hiç bir yanı yoktu. Daha çok, “Bu sahnelerde kamerayı getirmeyi unuttuk, o yüzden görüntü yönetmeninin telefonu ile çekelim dedik” gibi duruyor. Tindersticks’in gerilim vere vere sizleri koltuğunuza sabitlemeye çalışan müziğinin sonunda film gerilecek yerlere varamadığı için bu tercih de ne yazık ki “garip” olmuş.