Merhabalar efendim, yeni bir gün, yeni maceralar ile karşınızdayım. Dün gece Eren’in telefonunu sinemada unuttuğunu fark ettiğimizden ötürü, sabahımız panikli başladı. Fakat Berlinale ekibi sağ olsun, telefonu bulmuşlar, arayan olursa diye şarj etmişler, bize mis gibi teslim ettiler. Kendilerine bunun için, bir de buradan teşekkür etmek istedim. Bu maceralı günümüzde de tamı tamına dört film izledik. Festivalin başından bu yana tamı tamına yirmi film izlemiş olduk. Ben hâlâ dört günde yirmi film, hem de bağımsız sinema eseri izlediğime inanamıyorum.

Bir de bugün The Outfit için basın toplantısına girdim. Filmin yönetmeni Oscar ödüllü Graham Moore dedesinin hastalarından bir tanesi baya mafyaymış, hem bundan esinlenmiş hem de dünyada bir yere FBI tarafından yerleştirilen ilk dinleme cihazı 1958’de gerçekten de bir terzi dükkanına yerleştirilmiş. Bu iki fikri birleştirerek oluşturmuşlar bu filmi. Phantom Thread gibi başlayıp Reservoir Dogs gibi bitirdiğini de söyledi filmi. Bir de filmi izlediğimiz sırada çekmişler. Bu ayrıntı, filmi de tiyatro oyunu gibi takip ettiğim için çok hoşuma gitti.

Her neyse dünün filmlerinden bahsetmeyi bırakıp, bugün izlediğim filmlere geçelim dilerseniz.

Drii Winter

İsviçre Alplerine doydum. Hem de öyle böyle doymadım. 136 dakikalık süresi ile, festivalde izlediğim en uzun film buydu. Zum Tod meiner Mutter de 135 dakikalık bir başka deneyimdi, ama bu 1 dakika ile onu geçiyor. Filmin ilk bir saati çok güzel. İsviçre’nin bir dağ köyünde yapılan gündelik işleri uzun uzun izlemek çok hoşuma gitti. Manzaralar muhteşem, çalışanları izlemek de çok keyifli. Fakat bir noktadan sonra yönetmen Michael Koch’u çağırıp, eline bir makas verip “kes abi, şuralardan biraz al” demek istedim. Herhalde dünyanın en şanslı köylüleri İsviçre Alplerinde yaşayan köylüler fakat onların da başlarına tatsız olaylar gelebiliyor. Arabesk filmindeki gibi filmin act’lerinin  bir koro ile ayrılması çok güzeldi. Harika manzaralar, muhteşem inekler ve jön köylüler izlemek isterseniz göz atabilirsiniz.

I Poli ke i Poli

İkinci Dünya Savaşı ve hemen sonrasında Selanik’te işkence edilen ve öldürülen Yahudi vatandaşların hikâyesini anlatıyor bu film. Hem belgesel, hem düz film gibi, karışık bir şekilde çekilmiş. Bunu yaparken de birden çok medya kullanmış yönetmenler Christos Passalis ve Syllas Tzoumerkas. Bazı sahnelerde ise günümüz Selanik’i içerisine yerleştirmişler geçişi, bu tercihleri hoşuma gitti. Ben açıkçası bir modern sanat müzesinde enstalasyon olarak sergilenmesi gerektiğini düşündüğüm bu filmi izlerken çok sıkıldım. Bu kadar yakın olmama rağmen, çok az bildiğim bu olayları, daha lineer ve açıklayıcı bir şekilde izlemeyi tercih ederdim. 

À propos de Joan

Bu sene Berlinale ünlü oyuncu Isabelle Huppert’e yaşam boyu onur ödülü veriyor. O yüzden kendisinin pek çok filmi gösteriliyor festivalde. Berlinale Special filmlerinden bir tanesi de Joan Hakkında filmiydi. Laurent Larivière’nin yönettiği film Joan karakterinin İrlanda’da tanıştığı bir hırsız ile aşk hikâyesi ile açılıp, hayatının farklı dönemlerinden kesitler sunuyor. Bir noktada fantastikleşen, dördüncü duvarlar kıran bu film, aynı zamanda acı ile yüzleşmeyi de harika bir noktasından ele almış. Isabelle Huppert’i izlemek çok keyifli, ben ayrıca Babylon Berlin dizisinde de oyunculuğunu çok beğendiğim Lars Eidinger’i bu filmde çok sevdim. Bu senenin en iyi Special filmi bence About Joan’du.

Against the Ice

Bu filmin 2 Mart’ta Netflix’e geldiğini tam filme girerken öğrendim. Festivalde başka bir filme gitmediğim için de biraz üzüldüm. Böyle yazdığıma bakmayın, ben filmden oldukça keyif aldım. Against the Ice, Danimarkalı bir keşif ekibinin ülkenin arktik sınırlarında sürünmelerini anlatıyor. The Terror bayıldığım bir dizi olmuştu ve bu da benzer bir konu anlattığı için heyecanla izledim. İnsanın bu soğuklarda yaşam mücadelesi vermesi beni hayretlere düşünüyor. Bilim ve ülkesi için, hayatını bu denli riske atmak, bu kadar acı çekmek çok acayip. Prodüksiyonu kuvvetli bu gerçek hikâyede Lannisterlardan Charles Dance ve Nikolaj Coster-Waldau’yu yeniden izlemek oldukça nostaljik geldi. Hayatta kalma ve kaşiflik filmlerini seviyorsanız kesinlikle izlemelisiniz.

Author

34 yaşıma geldim, hala pis bir metalci, fantastik ve bilim kurgu eserlerin hastasıyım. Hobilerimle yaşıyorum.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.