Yönetmenliğini Jehane Noujaim‘in yaptığı, galasını bundan yaklaşık bir sene önce Sundance Film Festivalinde yapan Al Midan‘ı (Meydan, The Square) izlemek zor. Sadece 2011 Mısır Devrimi’ni tüm kanı, gözyaşı ve acılarıyla dürüstçe resmetmeyi başardığı için değil. Al Midan‘ı izlemek zor, çünkü izlerken, bazı şeylerin ne kadar tanıdık olduğunu görmek, bunu bir film karesi içerisinde seyretmek daha ağır geliyor insana.
Öncelikle bir şeyi aradan çıkartalım. Al Midan başarılı bir belgesel. Elindeki materyal kendiliğinden yeterince dramatik olmasına rağmen hiçbir zaman anlatılan şeyi bir öykü hâline sokup, gerçekten uzaklaştırmıyor. Taraf aldığı yerler de var, tarafsız kaldığı noktalar da, ama çoğunlukla Mübarek haricinde net bir şekilde fikrini almaktan uzak durduğu hiç kimse yok. Bir belgesel için kritik olan tüm notaları veriyor Al Midan. Bunda kuşkusuz çok deneyimli bir yönetmene sahip olmasının da payı büyük.
Jehane Noujaim‘in ismini duyduysanız, muhtemelen ya Control Room ya da Pangea Day belgeselleriyle duymuşsunuzdur. Ataerkil bir Orta Doğu ülkesinde gerçekleşen devrimi anlatırken bu denli kadın sesine yer veriyor olması, kuşkusuz kadın bir sinemacı olarak filme kattığı hissiyattan kaynaklanıyor. Bu da filme ayrı bir kıymet katıyor. Fakat dedim ya, Al Midan’ı izlemek zor.
Halkların arzuları bedenlere sığmayıp meydanlarda vücut bulduğunda olanların ne denli aynı çizgide vuku bulduğunu görüyorsunuz. Polise doğru yürürken “Sakin, sakın bir şey atmayın!” diyen adam gözüküyor mesela. Birbirlerine son sigarasını veren eylemciler, çadırının önünde gitar çalanlar; müdahale sonrası kendini bir eve atabilenlerin ilk cama, balkona çıkması… Bunları daha önce gördüğünüzü hissediyorsunuz. Bunları daha önce gördüğünüzü biliyorsunuz.
Bunları izlemek dert değil. Tonu ve dozu değişmekle beraber, Occupy Wall Street‘ten 2008 Yunan isyanlarına kadar tüm kitlesel protesto ve ayaklanmalar aşağı yukarı aynı dayanışma hissini uyandırırlar. Alexis öldükten sonra da Yunanistan faşisti sosyalistiyle sokaktaydı, Al Midan’ın gösterdiği gibi, Mübarek‘e karşı Müslüman Kardeşler üyelerinden seküler kadroya kadar Mısır da hep birlikte, tek yumruk halineydi. Burasının bizim yaşadığımıza çok benzer oluşu, büyük bir sorun teşkil etmiyor.
Eden, iktidar söyleminin neredeyse kelimesi kelimesine aynı oluşu. Gücü kaybetmekte olan İkinci ve Üçüncü Dünya ülkesi liderlerinin her biri bunu “dış mihraklara” bağlar, bunu biliriz, Al Midan bir yandan yaptıklarını da “dış mihrak” örnekleriyle meşru kılanları gösteriyor. Filmin yaklaşık otuzuncu dakikasında bir General, ordunun Tahrir’e müdahalesi için “İngiltere’de de aynısı olmadı mı?” diyor, “Cameron kurşun kullanmak için izin istemedi mi?“. Bu argüman rahatsızlık verici derecede tanıdık geliyor kulağa. Yeri geldiğinde tüm dış dünyaya karşı tek beden duran, bunu ballandıra ballandıra anlatan bir iktidar, yeri geldiğinde “E bakın onlar da penaltı diyor!” lafının arkasına sığınıyor. Bunu mahalle maçı oynayan bir çocuğun yaptığından çok daha az dürüst bir şekilde yaparak.
Ve Al Midan bir şeyi çok net gösteriyor. Güzellik sadece insanların yan yana çadırlarda durduğu meydanlarda ortaya çıkıyor siyaset söz konusu olduğunda. Berkin öldüğünde “Bu ülkeden kaçıp gideceğimiz 7 yer” yazmıştık, oysa ki bizim bu ülkede sonsuza kadar yaşayabileceğimizi hissettiğimiz, belki de kelimenin tam anlamıyla vatansever olduğumuz tek an Gezi direnişiydi, bunu da hatırlıyorduk. Elinde mikrofonla kürsüye çıkan adamlara baktığınızda, siyaset de, ülke de çirkin şeylerdi; ama Gezi’de düştüğünüzde sizi yerden kaldırıp yüzünüze evdeki dolabından getirdiği sirkeyi süren teyze, bu ülkeyi yaşanmaya değer kılan şeydi.
Al Midan, bu Cuma gecesi sizin sinema filminiz olmayı hak ediyor. Genelde belgesel sevmeyen biriyseniz bile izlemenizi öneririm. Çoğu yeri, Mark Twain‘in gerçek hakkında dediklerini doğrular gibi, kurgudan daha büyüleyici, hayret ettirici ve şaşkınlık verici geliyor. Buradan, dışarıya bakarken, bir anlamda dışarıdan, buraya bakar gibi hissettiriyor size film. Noujaim başarılı bir eser çıkarmış ortaya. İzlenmesi kesinlikle gerekiyor.