Geçtiğimiz yaz Venedik Film Festivali’nde açılan Luca Guadagnino‘nun 2024 yılında gösterime giren ikinci filmi (ilki Challangers idi) Queer, gösterildiği ilk andan itibaren uluslararası medyada yankı uyandırmıştı. Naked Lunch‘in yazarı ve postmodern edebiyatın öncü isimlerinden biri olarak tanımlanan William S. Burroughs‘un kitabından uyarlanan Guadagnino’nun Queer‘i, geçtiğimiz sene ilk edisyonu gerçekleştirilmesi planlanan ve bağımsız sinema platformu Mubi’nin dünya çapında farklı şehirlerde gerçekleştirmeyi planladığı Mubi Fest’in İstanbul ayağının açılış filmi olarak belirlenmişti. Kadıköy Belediyesi’nin aldığı kararla “provakatif içerik” taşıdığı gerekçesiyle gösterimi yasaklanan film Türkiye’de büyük ilgi toplamış, Mubi de doğru olanı yaparak sansüre boyun eğmeyip festivalin Türkiye ayağını tamamen iptal etmişti.
Yasağın ardından filmin Türkiye’de ne zaman gösterime gireceği muallakta kalırken, Mubi’nin dijital distribütörü olduğu film, çeşitli ülkelerde (Birleşik Krallık, Kanada, Almanya gibi) platformda gösterime sokuldu. 2025 Akademi Ödülleri adaylıkları açıklandığında biraz da hayal kırıklığı yaratacak biçimde hiçbir dalda aday olamayarak özellikle Daniel Craig’in oyunculuğundan medet umanları şaşırtmıştı. Mubi Almanya üzerinden eriştiğimiz Queer’in Burroughs’un kitabının izinden ve postmodernliğin ışığında, zamanın değersizliğinin belirginleştiği dünyasında, modern dünyaya karşı bakış açımızı derinleştiren bir uyarlama yaratmayı başarıyor olduğunu söyleyebiliriz.

Beat Kuşağı‘nın en öne çıkan edebiyatçılarından biri olarak anılan William S. Burroughs, popüler kültüre ve postmodern teoriye kattıkları bakımından 21. yüzyılın kayda değer yazarlarından ve görsel artistlerinden biri olarak anılır. Yazılarının birçoğu otobiyografik ögeler taşıyan novella ve romanlarından oluşan on sekize yakın eserlerinin birçoğu Türkçe’ye de çevrilmiş ve özellikle tür sinemasının öncü yönetmenlerinden David Cronenberg‘in Naked Lunch‘i beyaz perdeye uyarlamasıyla farklı bir alanda da takipçi kazanmıştı. Linear olmayan anlatım tarzı, deneysel ve kimi zaman gerçekliği büken, bağımlılık gibi kontrolsüzlükten doğan kişisel sorunların temalarını harmanlayan yaklaşımıyla belirgin bir retorik oluşturmuş yazarın en bilinen eserlerinden Queer, film adaptasyonundan da önce kült bir mertebeye yerleştirilen bir hayran kitlesine sahipti.
Görsel canlandırması zor olarak anılabilecek temalarda ve gerçek dışı anlatımlarda gezinen postmodern bir yazarın film uyarlamarının ne yönde olacağı da her anlamda merak konusu olmayı başarmıştı. Guadagnino’nun Venedik’teki ilk gösteriminden bu yana erotik boyutuyla da dikkat çekici bulunan Queer’i, David Cronenberg’in Naked Lunch’i kadar çılgın veya meta bir gerçeküstücülüğe ulaşamasa da Burroughs’un kitabının hakkını yeteri kadar vermeye çalışan bir yapım olmuş. Özellikle son yıllarda sinemanın kuir izdüşümünün katalizörlerinden biri olarak anılan Luca Guadagnino’nun Call Me By Your Name veya Challangers‘ta yaptığı cinsellik ve tutku üzerinden kurduğu bağlantı da filmin önemli parçalarından biri haline geliyor. Oyuncu seçimleriyle de bunu tescilleyen film, bu konuda soru işaretlerine yer bırakmayacak bir düzlemde.
Yıllardır James Bond rolüyle ekranda görmeye alıştığımız ve No Time To Die filmiyle role veda eden Daniel Craig’in hayat verdiği Amerikalı Lee karakteri, filmin geçtiği dönemin gerginliğinden epey uzakta bir rahatlıkta yaşamını sürdürüyor; karşılaştığı veya keşfetmeye çalıştığı tutkularının peşinden ilerlerken ruhunun bir köşesinde sakladığı derin zaafları da bastırmayı beceremiyor. Özellikle Akademi’nin Daniel Craig’i böyle bir performansla aday göstermeyerek Gen-Z tarafından çok sevilen Luca Guadagnino hayranlarını da hayal kırıklığına uğratması şaşırtmıştı. Filmin kadrosunda Daniel Craig’e eşlik eden Drew Starkey de Craig’in bıraktığı ize ulaşamasa da gelecek için de umut vaat edecek konuma geliyor. Jason Schwartzman‘ın rolü de filmin alaycı tonuna ve kuir yaklaşımına farklı bir boyut katıyor ve bu anlamda tamamen Lee karakteri üzerinden anlamlandırmaya çalıştığımız hikaye anlatımını destekleyici bir yerde konumlanıyor. Kitabın yazarının da yarı-otobiyografik yansımasını taşıdığı düşünülen Lee karakteri, savaş sonrası dönemde kendi benliği ve arayışı içerisinde kaybolmuş bir Amerikalı’nın başka topraklardaki yaşam ve umut arayışının sembolü haline geliyor. Daniel Craig’in de böylesine önemli bir role son derece cüretkar yaklaşımı da dikkat çeken bir diğer nokta.
Genel olarak 1950’lerde başlamış ve bir grup sanatçının fikirlerinin ışığında gelişmiş “Beat Kuşağı”, bireysel ekspresyonları her şeyin üzerine koyan bir yapıda ilerlemiş ve döneminin ruhsal “çöküşünün” birer yansıması olarak varolabilmişti. Savaş sonrası dönemin ilerleyişine de kültürel anlamda çok büyük katkıları olan “Beat Kuşağı”, Burroughs’un kafasında canlandırdığı ve sonrasında kağıda döktüğü Lee karakterinin birer karışımı. Bu karışımın beyaz perdedeki uyarlanışı da nerede ve ne zamanda olduğumuzu sürekli sorguladığımız bir boyutun kırılmasını sağlıyor. Lee’nin Meksika’daki arayışları, zamanın sıkılmışlığından sıyrılıp hiçbir şeyden medet aramama bakış açısına ulaşıyor. Özellikle filmin ilk yarısında Lee’nin duygusal heyecanını ve arayışlarını seyrettiğmiz sahnelerde kullanılan müzikler, postmodern bir yaklaşımın bile alaycılığını kıracak biçimde yapıbozumcu. Nirvana ve New Order gibi gruplardan duyduğumuz parçalar filmin geçtiği dönemi düşündüğümüzde anakronikleşse bile özünde eserin postmodernliğini koruyan seçimler olduğu belirginleşiyor. Ana akım hayata karşı ayaklanmış “Beat Kuşağının” temsili bu noktada sarpa sarsa da, Guadagnino’nun post-postmodern bir yapıya ulaşma çabası bu noktada asıl mevzu gibi gözüküyor. Keza Trent Reznor ve Atticus Ross’un bestelediği filmin orijinal müzikleri bu sistemi destekleyici biçimde bir araya getirilmiş.

Filmin aslında adını da taşıdığı ve kuir toplumun aslında savaş sonrası dönemde yaşadığı sıkıntılardan kaçışın renkli anlatımı, yapımın renk paletine de yansımış ve izlemesi son derece keyif verici bir görsellik vaat etmiş. Toplumdan uzaklaştırılmaya çalışılmış kuir bireylerin yanlızlaşması ve kendi yaşadığı topraklardan bedenen ve ruhen (savaşı da unutacak biçimde) ayrılışı, filmin en etkin kullanılan temalarından biri haline dönüşüyor. Lee karakterinin bağımlılığı ve bir türlü hayat dengesini ruhsal anlamda oturtamaması, her ne kadar filmin ilk yarısında bu yaşam biçiminden keyfi alıyormuşcasına gösterilmeye çalışılıyor olsa da aslında karakterin yalnızlığını derinleştiriyor. Kuirlik söz konusu olduğunda sinema tarihinden öne çıkan Fassbinder’in Petra von Kant‘ı ve görsel dili bakımından benzerliğiyle Wim Wenders’ın Paris, Texas‘ıyla kurduğu akrabalık da filmin kültürel duruşunu ve dengelerini dayandırdığı yapımlar olarak karşımıza çıkıyor.
İleride özellikle kendi ruhsal kaçışını başka diyarlarda veya bağımlılıklarda aramaya çalışan postmodern Batı escapism’inin iyi bir örneği olarak anılacak gibi gözüken Queer, yeri geldiğinde süresinin anlamını doldurmakta güçlük çekip Lee’nin cinsel dünyasını “daha fazla” anlatma tercihine girse de seçilen bu yolun getirdiği cüretkarlık özellikle Guadagnino’nun sinemasını seven izleyici için yaratıcı bir seyirlik ortaya çıkarıyor. Daniel Craig’in kayıp Oscar adaylığı yıllarca tartışma konusu olacak gibi dursa da filmin biraz Luis Buñuel biraz da David Lynch esintili finali, hikayenin ve anlatımın gidişatı düşünüldüğünde farklı bir anlam kazandırıyor.
Filmin Türkiye gösterim veya vizyon tarihi net olmasa da özellikle 2024 yılını andığımızda akla gelebilecek veya William S. Burroughs uyarlamalarını düşündüğümüz gelecek yıllarda karşımıza çıkabilecek yegane yapımlardan biri Guadağnıno’nun Queer’i.