Hayatıma video oyunu kavramı girdiğinde epey küçüktüm sanırım. Her şey şu anda evimin salonunda hâlâ kurulu duran o Super Nintendo ile başlamıştı. Carrefour’dan aileme yalvar yakar aldırdığım bu aleti seçtiğim için daha sonra epey bir üzülmüştüm aslında, çünkü kasetleri Türkiye’de bulunmuyordu. Aleti bir kerelik getirip, yanına Super Mario World kasetini koymuşlar; gerisini koymuşlar rahvan gitmiş anlayacağınız.
SNES sahibi olduğum çocukluk boyunca 5-6 kasetim falan oldu sanırım. O zamanlar 900 oyunlu ateriler benim için ciddi bir kıskançlık sebebiydi. Fakat çocukluk işte, Nintendo’nun bir klası olduğu için de kendime yediremiyordum. Peki bunu niye anlatıyorum? Ben o 5-6 kasetteki oyunların hepsini oynaya oynaya epey bir ustalamıştım. Batman and Robin, Super Mario World, Incredible Hulk, Terminator, Earthworm Jim… Ezbere biliyordum bu oyunları.
Yaşıtlarımsa Street Fighter, Mortal Kombat ve Double Dragon gibi herkesin oynadığı oyunlarda acayip iyi oluyordu, ben de ezik gibi ne muhabbetlere dahil olabiliyordum ne de dövüş oyunlarında uzmanlaşabiliyordum, zaten ikinci bir kolum da olmadığından arkadaşlarımla birlikte de oynayamıyordum lanet olası konsolu. Bunun acısı sonra çıktı. Sadece kendime usta olduğum SNES oyunlarından sonra PC devri geldi ve ben video oyunu konusunda hiç iyi olmadığımı anladım. İnternet kafe çağında Ultima’da gankleniyordum, Counter, Quake ve Half Life gibi oyunlarda sürekli en sonuncu oluyordum, FIFA, PES falan gibi şeyler hak getire zaten, hiç yeteneğim olmadı.
Ben de rol yapma oyunları ile avuttum kendimi. Ne de olsa orada hep kahraman siz oluyorsunuz, ortalıkta herhangi bir gerçek oyuncu olmadığından dayak yeyip içinize içinize ağlamıyorsunuz. Başka türlü ağlıyorsunuz fakat bu utançtan kaynaklanmıyor. Anlayacağınız, ben normal oyunlarda da başarılı olamadım zaten hiç. Saklambaçta hemen görülürdüm, dokuz aylıkta hep kaleye geçerdim, futbol ve basketten çok çakmadığım için kimse de ilkokuldayken takımlarına almazdı zaten. Bildiğim tek futbolcu Sertaç Ortaç’tı ve o da bir futbolcu değildi zaten.
Bu tarz şeyler değişmez artık diye düşünür ve kendimi başarısız bir oyuncu olarak görürken birdenbire ateş ulusu saldırdı ve her şey değişti. Tamam ateş ulusu saldırmadı fakat Dark Souls çıktı. Demon’s Souls PlayStation 3’e çıktığından ve benim PlayStation 3’üm olmadığından kendisini çok oynama fırsatım olmamıştı ama epey zor bir şey olduğunu biliyordum. Zaten bu yüzden yanına yaklaşasım falan da yoktu gayet yani. Ben StarCraft II’de 7.dakikada Viking Rush yiyen adamım, ne işim olur zorluğuyla bilinen bir oyunla?
Neyse, Dark Souls PC için çıktı, benim de tam o sıralarda kendime bir güven geldi, tamam ulan oynayacağım ben bu oyunu dedim, aldım oynadım, oynayamadım, sürekli ölüyordum, yeni bölgelere girerken bile 13513 kere öldüğüm için acayip yoruyordu bu oyun beni, yapamıyordum, yapacak gibi de görünmüyordum, bu sebeple onu da bıraktım. Bıraktığımı sandım en azından. Aslında oyunu aylar boyunca da oynamadım. Fakat bir zaman sonra oyunu tekrar kurdum, tekrar oynamaya başladım. 2 ay sonra Oolacile Township’te çatır çatır adam dövüyordum, insanların oyunlarını işgal ediyordum, gençlere kan ağlatıyordum ve hayatımda ilk defa av değil avcı olmanın tadına varıyordum.
Bu noktalarda bende bir şeyler değişti, kendime güvenim geldi, sadece oyunlar için değil hayat için de geçerliydi bu güven artışı. Her şeyi risk alarak yapar oldum, güvenli balonumdan çıktım, yavaş yavaş kendimi zoru seçmeye ikna etmelere başladım.
Dark Souls ve devamında gelenler benim hayatımda gerçekten ciddi bir değişikliğe sebep oldu diyebilirim. Şimdi bunun arkasında pek çok faktör vardır tabii, şu anda gecenin üçü olduğu için “sosyo psikolojik faktörler ile toplum saptırmasının video oyunlarındaki nimesyonel etkisi” tadında bir şey yazmayacağım. Ben üniversitede bütünleme var diye final gecesi LOST izlemekten mütevellit sabaha karşı uyuduğundan finale girmemiş bir adamım sonuçta. Bütün olay daha önce başaramadığım zor bir şeyi başarmam ve bunun bana “yapabilirim lan” fikrini empoze etmesiyle paralel olarak gelişiyor, Jungculuk oynamaya gerek yok.
Dark Souls oynamaya başladıktan sonra daha önce beceremeyeceğimi düşündüğüm oldukça karışık olan başka oyunlara da merak sardım, Dwarf Fortress, Space Station 13, Unreal World falan derken roguelike türünün acısını pek çok kere tattım diyebilirim.
Roguelike ne ola diye soracaklara hemen dip not geçeyim, roguelike bir oyun türü, hata affetmez yapısı ve oyuncunun sınırlarını zorlayan iskeleti ile öne çıkan bir tür. Mesela Dwarf Fortress denilen oyun sadece ASCII karakterlerden oluşan bir grafik tarzına sahip, ilgilenenler bakabilir, içine girince baya enteresan aslında. Ben bu oyunların bağımlısı oldum işte. Nasıl adrenalin bağımlıları sürekli olarak daha ileriye gitmeye çalışıyorsa ben de daha zor oyunları daha zor şekillerle oynamanın hastası olmuştum. Dark Souls 2 çıkınca da 200 saate yakın bir zaman gömdüm kendisine, çıktığından beri hala oynuyorum, şu sıralar Blue Bonfire Run diye bir şey keşfettim onu yapıyorum mesela, çünkü deli dürttü.
Üniversitedeyken sürekli acılı adana yiyen bir arkadaşım vardı. Sadece acılı adana da bitmiyordu olayı, bu herif pis büfelerde verilen inanılmaz acılı turşuları ekmeğin arasına koyardı, pilavın ve makarnanın üzerini pul biber ile doldururdu, çayı şekersiz içerdi, içine de tarçın koyardı.
Sürekli olarak acılı yiyen bir adam bir süre sonra normal yemeklerden zevk alır mı peki? Burada yaptığım inanılmaz benzetmeyi göz önüne alarak söylüyorum, ben uzun zamandır Dark Souls dışında bir şey oynarken keyif almıyorum. Geçenlerde Skyrim kurdum, oyunu en zor seviyeye aldım, bebişler için Dark Souls gibi geldi. Morrowind kurdum, en azından görev takibi yok, mekanikleri daha zor, nereye gideceğini bilmiyorsun falan diye düşünüyordum. Morrowind’in keyif vermeyeceğini hiç düşünmemiştim.
Keyif vermeyen ne biliyor musunuz? Onları oynarken bir şey başarmış hissetmiyorum artık. Roguelike oynaya oynaya, oyun algımı epey bozdum sanırım, artık bir oyunu oynadıktan sonra “başarmış” hissetmek istiyorum. Tam bu düşünceler aklıma geldiğinde, aslında çocukken de durumun böyle olduğunu fark ettim. Mario’da oyunu bitirip SPECIAL bölümleri geçmeye çalışıp, saatlerce deneyip en sonunda geçtiğimde nasıl mutlu olurdum nasıl bağırırdım belli değil mesela. İşte Dark Souls oynarken oyunuma giren bir istilacıyı öldürdüğümde veya bonfire’a 7 tane bonfire estetic koyup bölgede buna rağmen varlık gösterebiliyor olduğumda ben aşırı tatmin olmuş hissediyorum. Bu his çocukken hissettiğim aynı his, video oyunları bana o zaman da böyle geçmiş, o zamanla bu zaman arasında bir şeyleri eksik yaşamışım fakat şimdi tekrar köklerime dönmüşüm gibi hissediyorum.
Bir süredir, zor elde edilen şeylerin değerini önemsiyorum. Sonucu ne olur, ne biter bilemiyorum fakat başlangıçla son arasında yaşanılan o küçük duygular, yaşamlarımızın sonunda kendi vicdan hesabımızı yaptığımız vakit bizi gülümsetebilecek bir yol haritası çıkartmaya yarıyorsa, ben hayatı roguelike bir oyun gibi yaşamak istiyorum sanırım.
Bir şeylerin hayatınızı ne tarafından değiştirdiğinin farkına varmak küçük bir şeydir. Küçük bir şeydir ve genellikle farkına varmazsın. Yine de o oradadır. Seni sen yapan şeylerle beraber kaldırdıklarının yanında, usulca durur ve ancak bunu kabul etmeye karar verdiğin zaman anlarsın seni değiştiren şeyin ne olduğunu.
Zorlu ve keskin hayatlara sahip olan, buna rağmen vazgeçmenin bir erdem olmadığına inanan benim gibi pek çok insana orada oldukları için teşekkür ederim. Her zaman kolay olmayacak ama siz yine de Majula’dan çıkarken Bonfire’a uğramayı unutmayın, hiç belli olmaz.
1 Comment
Ellerine sağlık, ne güzel demişsin öyle.