2022’de çıkış yapan filmlerden hangilerini izledim? The Batman’den Elvis’e, Kurak Günler’den The Wonder’a, You Won’t Be Alone’dan, Everything Everywhere All at Once’a ve Enola Holmes 2’den, Bones and All’a kadar birçok filmi. Tüm bu yapımları, sahne arkası mevzularına ve hedef kitlelerine göre değil; içeriklerini işleyiş biçimlerine göre değerlendirerek sıraya soktuğumda, sondan birinciliğe lâyık olan yapım Kenneth Branagh’nın yönettiği, Micheal Green’in yazdığı ve Kenneth Branagh ile Gal Gadot’un başrollerde oynadıkları, Agatha Christie’nin 1937’de yayınlanan aynı adlı klasik romanının yeni uyarlaması Death on the Nile oldu.
Dağıtımını 20th Century Studios’un yapmış olduğu film, esasen 2020’de gösterime girecekti. Ancak pandemi sebebiyle 2021’e ertelendi. Sonra bir kez daha ertelenip Şubat 2022’de gösterime girerek pandemiden ötürü ertelendiğine değmeyen sinema filmleri kategorisinde yerini almış oldu.
Sene, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden on dokuz yıl sonra. Babadan zengin genç sosyetik Linnet Ridgeway ile en iyi arkadaşı meteliksiz soylu Jacqueline de Bellefort’un nişanlısı Simon Doyle, yıldırım aşkına tutulurlar ve evlenirler. Hemen ardından da Mısır’a lüks bir balayı tatili için giderler. İhanete uğramış öfkeli Jacqueline ve meraklı gazeteciler peşlerindedir. Tatilin en tumturaklı kısmı, Nil Nehri’nde günlerce sürecek olan tekne turudur. Rastlantıya bakın ki teknenin diğer yolcularından hemen hemen hepsinin Linnet ile uzaktan ya da yakından tatsız ve garez dolu bağlantıları vardır. İşe bakın ki yolculardan biri de dünyaca ünlü Belçikalı dedektif Hercule Poirot’dur. Üstü havalı elbiselerle, ağır parfümlerle, şapkalarla, Mısır’ın egzotik dokusuyla ve Fransız yemekleriyle örtülmüş pasif-agresif atmosfer içinde bir gün, Linnet öldürülür.
Polisiye edebiyatı denince şahsen aklıma gelen ilk isim, bu alanın kraliçesi olarak nitelendirilmiş Agatha Christie’dir. Hatta ne zaman canım bir şeye sıkılsa, Agatha Christine’nin romanlarını karıştırır ya da 1974 yapımı Doğu Ekspresi’nde Cinayet’in film uyarlamasına, Peter Ustinov’lu diğer uyarlamalara ve Agatha Christie’s Poirot dizisine göz atarım. Lakin Kenneth Branagh’nın Death on the Nile uyarlamasını şu incelemeyi yazdıktan sonra unutmak istiyorum. Kenneth Branagh mükemmel bir tiyatrocu ve iyi bir yönetmen olduğunu çoktan kanıtlamış bir sanatçı olmasına ve Agatha Christie’nin eserlerini gerçekten çok samimiyetle sevmesine rağmen ne yazık ki çok Anti-Christie bir yorum yapmış. Sonuçta bir kaynak materyalin sıkı hayranı olmak, onun hakkını vererek uyarlamasını yapmak, onu başka bir türe başarıyla taşımak anlamına gelmiyor.
Bir Agatha Christie sevdalısı olarak Branagh’nın 2017 yapımı Murder on the Orient Express’ini de beğenmemiştim. Sadece Hercule Poirot’nun cinayet şüphelileri ile sondaki yüzleşme sahnesi ve Mrs. Hubbard’ı oynayan Michelle Pfeiffer’ın söylediği, film için yazılıp bestelenmiş “Never Forget” şarkısı güzeldi. Aslında Kenneth Branagh’nın Agatha Christie’nin üslubunu, zihniyetini ve karakterlerini anlayamadığını düşünmüyorum. Onun gibi bir sanatçının aklı bu kadar noksanlı olamaz. Bence bu kadar çok uyarlaması yapılmış polisiye klasiklerine yeni yorumlar getirmek istiyor. Ancak sorun şu ki bunu başaramamasına rağmen ısrarla devam ediyor. Çünkü kurmaya çalıştığı Agatha Christie polisiye klasikleri film evrenini demir kullanılmadan inşa ediyor. Agatha’nın eğlenceli fakat ayağı yere basan bir dil ve üslupla yazdığı çarpıcı, asil ve yaratıcı polisiye anlatılar popüler kültürün güncel klişeleri ile bulamaca çevrilip, pembe dizi seviyesine ve DCEU filmi plastikliğine indirgeniyor.
Film, avantür parodi olmasa da özellikle belli sahnelerde karakterlerin tavır ve davranışları çok yapmacık ve karikatürize bir şekilde resmediliyor. Zaten hakikaten işinin ehli bir avantür parodi olsaydı, karşımıza bu derece zoraki bir tablo çıkmazdı. 30’lu yılların sosyetik ve entelektüel sınıfının davranış etiketleri hiç yansıtılmıyor. Fragmanda Poirot’nun sesi “Rooomanncee of the deeseert” diye Depeche Mode-Policy of Truth eşliğinde duyulunca zaten keyfim kaçmıştı. Niyetim efsane müzik grubu Depeche Mode’a yönelik olumsuz bir eleştiri yapmak değil. Ancak Branagh’nın 1937’de yayımlanmış bir romandan uyarlanan ve hikâyenin yine 30’lu yıllarda geçtiği vurgulanan bir filmin fragmanına 1990’da çıkmış bir şarkıyı koyması yersiz ve komik olmuş. Sırf şarkının sözlerinin Hercule Poirot’nun dedektiflik metotları ve vakadaki şüphelilerin durumlarıyla uyuşması havalı duruyor diye otantisiteyle ters düşmeye lüzum yok. İşlediği yılların 30’lar olduğunu iddia eden film, 90’lar 2000’ler 2010’lar ve 2020’ler rüzgârlarıyla uçuyor.
Oyuncu seçimi Jacqueline de Bellefort rolündeki Emma Mackey hariç tüm kilit karakterler de çok uyumsuz olmuş. Şöyle ki Gal Gadot, maddiyatta zengin, güzel, zarif postürlü olmasına rağmen manevi anlamda yoksul, güzel ama soğuk Linnet Doyle’u canlandırmaya çok sıcak ve masum bir duruşa sahip olduğu için maalesef uygun bir oyuncu değil. Dolayısıyla engerek bakışlı, kibirli ama trajik Linnet’i tatmin edici ve inandırıcı bir biçimde vermekte bocalıyor. Armie Hammer ise Simon Doyle rolünde fazla maskülen duruyor. Hâlbuki Simon kitapta mimikleri ve siması çocuksu olan bir adam olarak geçiyor ki zaten bu, karakterin en can alıcı özelliği. Kenneth Branagh’nın çok rahatsız edici bir Hercule Poirot olması, karakterin klasik görünüşünün aksine role bir türlü yerleşememesi; yakışıklı, atletik ve bıyığının şekli aşırı abartılı bir Poirot olduğu için değil. Branagh’ın Poirot’su parodi olmaya çalışmazken parodi olan kalitesiz bir imitasyon. Şımarıklık derecesinde titiz ve pimpirik, Romeo seviyesine duygusal, inandırıcılıktan uzak, itici ve yapay bir karakter.
Branagh, Agatha Christie’nin romanlarında 20. yüzyıl yaşantısına başarıyla entegre edilmiş her çağda geçerliliğini koruyan Shakespeare oyunu unsurlarını, kendi Shakespeare aktörlüğü deneyimlerinden de cesaret alarak iyice su yüzüne çıkarmaya çalışırken suyu bulandırıyor. Çünkü yukarıda da ima ettiğim üzere modern izleyici için daha dinamik ve “seksi” bir anlatım sunmak uğruna 30’lu yıllarda geçen bir hikâyeye günümüze ait ögeler ekleme hatasına düşüyor. Agatha Christie’nin romanlarının geçtikleri döneme uygun otantiklikte, anakronizm yapılmaksızın başka türlere uyarlanmaya müsait bir kimyaya sahip oldukları gerçeğini görmezden geliyor. Bu romanlar modern yorumları ancak anlattıkları suç vakaları günümüzde geçeceklerse kaldırabilirler. Tabii bu sorundan Branagh kadar senarist Micheal Green de sorumludur. Green’i bilmiyorum ama Branagh gibi bir sanatçının böylesine amatörce hatalara düşmesinin sebebi beceriksizlik değil, özensizliktir. Yoksa Thor (2011), Cinderalla (2015) ve Belfast (2021)’da Death on the Nile’da yaptığı yanlışların hiçbirini yapmamıştı.
Bahsettiğim problemler yalnızca orijinal romanı okumuş izleyiciler için değil, kitabı eline bile almamış olanlar için de sıkıntı oluşturabilir nitelikte. Çünkü filmde doğru düzgün aktarılan bir polisiye öykü yok. CGI, parlak sentetik kostümler ve kasıntı jest ve mimiklerden oluşan bir tantananın ardından katiller meydana çıkarılıyor. İzleyiciye kendisini şüpheli ve ipucu labirentinin içine sokmayı başaramayan, şaşırtamayan, kaliteli eğlendirebilme kabiliyetinden yoksun ve gri hücrelere birazcık da olsa beyin jimnastiği yaptırmayan bir olaylar zinciri seyrettiriliyor.
Bu film şu ana kadarki en kötü Death on the Nile uyarlamasıdır. Hercule Poirot’nun Peter Ustinov tarafından oynandığı 1978 yapımı film ve karakterin David Suchet tarafından canlandırıldığı 2004’teki dizi bölümü uyarlamalarının yanında çok vasat kalıyor. Yalnızca Agatha ve karakteri Hercule Poirot’nun değil, Agatha Christie severlerin ve diğer izleyicilerin de beyinlerindeki gri hücrelerle iki saat yedi dakika boyunca alay ediyor ve onları sömürüyor. Eğer üç numaralı film çekilirse umarım ki ihtiyaç duyduğu özen gösterilir ya da üçüncü bir film hiç yapılmaz.
Yazan: Göksu Gün Alioğlu