Son günlerde sanki başka bir derdimiz, gündemimiz, hobimiz, merakımız yokmuş gibi, nereye baksak Johnny Depp ve Amber Heard’ün davasını görüyoruz. Kendi adıma öyle olduğunu düşünmesem de bu bir suçsa mesela, tek suçlu biz değiliz; koca bir duruşmayı anbean canlı yayınlamayı akıl etmişlerin de kabahati var bunda, davadan kesitleri gaz müzikler eşliğinde Instagram’a koyanların ve forumlarda bir yandan verilen ifadeleri tartışırken, bir yandan on yıllık miim’lere tarafların kafalarını yapıştıranların da. İster çekirdeğinizi, patlamış mısırınızı hazırlayıp davayı takip edenlerden, isterseniz de konuyla zerrece ilgilenmediğiniz için kendini içten içe üstün ilan edenlerden olun, sonuç değişmiyor. İnternet sınırları içerisinde nereye baksanız, iki eksik bir fazla gönderide Johnny Depp ve Amber Heard davasını görüyorsunuz. Bu gerçekle başa çıkmaya çalışmak da beni, uzun bir zamandır ara verdiğim yazı serime bir yenisini eklemek üzere, işte bu yazının başına getiriyor. Neden bu davayla bu kadar ilgileniyoruz?
Cevabımız aslında basit görünüyor: Dedikoduyu seviyoruz. Dedikodu tarihin en eski medyası, bilgiyi taşımanın en ilkel ve bu yüzden en kolay biçimi, normalde ağza alınmayacak şeyleri söylemenin risksiz bir yolu ve aynı zamanda taşıdığı bilginin niteliği açısından da -ucu kendinize dokunmuyorsa- aşırı derecede eğlenceli. Daha önce dedikodunun köklerinden bahsederek, hayatta kalmamız için neden elzem olduğunu şurada ve kadınların neden ekseriyetle dedikodu yaptığına yönelik, bence çokça isabetli bir tartışmayı da burada yazmıştım. Bu yazıyla ise geçmişi bir kenara bırakıp, bunca yeni bilgi birikimi, iletişim teknolojisi ve sosyalleşme biçimine rağmen neden hâlâ her şeyi bir kenara bırakıp Johnny Depp ve Amber Heard’ü takip etmeye meyilli olduğumuzdan, dedikodu ekseninde bahsetmek istiyorum.
Sitemize aşina olanlar varsa, konuya doğrudan dalmayacağımı biliyorlar. Gerisi için ise biraz yazıya bırakmalarını rica edeceğim kendilerini, tatmin olacaksınız.
Tarihler 1996’yı gösterdiğinde primatlar ve onların sosyalleşmesi üzerine araştırmalar yapan Robin Dunbar, bugün de geçerliliğini koruyan bir teori ortaya atıyor. Teorisi, kendisinden önce söylenenlerden tamamen ayrılan, yepyeni bir teori değil ancak en temelde dillerin neden ve nasıl oluştuğuyla ilgili pek çok bakış açısıyla örtüşüyor. Dunbar, primatların beyin ölçüleriyle birlikte rahatlıkla vakit geçirebildikleri sosyal grubun ortalama üye sayılarını karşılaştırırken, dillerin kendimiz ve çevremiz hakkındaki bilgileri paylaşmanın bir yolu olarak ortaya çıktığı sonucuna varıyor.
Konuşarak anlaşmayan primatlar birbirlerinin üzerinden pire, kene gibi türlü haşeratı temizleyerek bağ kuruyorlar ve bu eylemler neticesinde hem tüm bir grubu daha temiz, daha mutlu bir hâle getiriyorlar hem de bu sosyal bakım esnasında kimin yemeklere nasıl erişeceği veya kimin ne zaman çiftleşeceği gibi problemlere de çözümler sunacak şekilde, grup içerisindeki hiyerarşiyi tahsis ediyorlar. Biz insanlar da istisnalar haricinde birbirimizden pire ayıklamasak bile benzer aktiviteler içinde bulunuyoruz; üzgünsek veya mutluysak sarılıyoruz, bir yere giderken kıyafetlerimizi seçmeye yardımcı oluyoruz, bir şeyler başarınca birbirimize ‘çak!’ yapıyoruz.
Ancak takdir edersiniz ki hayatımız boyunca dâhil olduğumuz sosyal çevreler, primatlardan bayağı fazla ve birinci derece akrabalardan yıllar önce taşındığımız evimizin yanındaki bakkala kadar, daha karmaşık bir ilişkiler ağını içeriyor. Böyle olmasaydı bile kimin okula, işe gitmek, yemek yemek, duşa girmek, uyumak gibi eylemler arasında, söz gelimi yakın çevresindeki beş kişinin düzenli olarak saçını taramaya ayıracak saatleri var? Yani, işsiz-güçsüz, hâliyle gamsız ve tasasız nitelendirebileceğimiz primatlar dahi tüm bu sosyal bakımlar için uyanık kaldıkları zaman diliminin ancak belirli bir yüzdesini ayırabiliyorlar. İşte bu yüzden her ne kadar çok çok eski bir tarihte, çok küçük gruplar içinde yaşıyor olsak da takvim yaprakları ilerledikçe hem daha az vakit alan hem de büyük gruplar için daha fazla etkili olabilecek yeni bir ilişki ve iletişim kurma biçimine ihtiyaç duymuşuz. Dunbar için bu tarz bir iletişimi yaratan şey ise dedikodu yapmak olmuş.
Dilin ortaya çıkışı ve gelişimini doğrudan dedikoduya bağlamak biraz fazla iddialı gözüküyor olabilir. Yani, ilk duyduğumda bana biraz öyle gelmişti. Bu teori, birbirimizin kafasından bit ayıklamaktan sesler çıkartmaya nasıl geçtiğimizi veya haydi, birkaç doğal sesi taklit ediyor olalım, oradan nasıl böyle babalar gibi gramer kuralları bulunan anlamlı cümleler kurmaya vardığımızı asla açıklamıyor. Fakat şu da bir gerçek ki yeni bir uzaylı ırkla tanışmadığımız veya Cthulhu, çağlar öncesinde gömüldüğü denizlerden yükselmediği sürece, dil kullanımı insana benzeyen başka bir varlık yok. Bilgisayar dili görece yeni bir keşif ve haklısınız, hızla da gelişiyor ama o bile kayıtlar tutmak, bilgiyi aktarmak açısından fazlaca başarılı olsa da “orada olmayan bir başka şey” hakkında konuşamıyor. Eh, en eski hikâyelerimiz mitlerden 2022 yılında severek bağlandığımız bilgisayar oyunlarına kadar anlattığımız her şey ve elbette, dedikodunun da en temel tanımı, “orada olmayan bir başka şey” hakkında konuşmayı kapsıyor.
İletişim kurmak insanın en temel özellikleri arasında, ilki değilse bile ilk üçünde sayılır. Yapamıyoruz arkadaşlar; bir dağın başında tek başına yaşamayı deneyenler mutlaka olmuştur ama olmuyor. Ya ayı kovalayınca topuklarını vura vura geri dönüyorsun ya da üç-beş sencileyin insan toparlayıp manastır inşa ediyorsun. En ulvi adanmışlıkla yerin altında, bir kol boyu alanda çileye girmeye karar veren adam bile kırk yaşına kadar bekliyor, sonra tabii hayatta kalmak için yine üç-beş, onculayın insanın bir parça ekmek getirmesine ihtiyaç duyuyor. Hele ki şimdiki imkânların yok, eti pişirmeyi yeni çözmüşsün, medeniyet hak getire, ne yapacaksın? Yağmur yağacakken çakan yıldırımdan korkup yıldırım tanrısına, üstüne garip desenler çizip çılgınca bağırarak kurban kesecek bir noktada bulunuyorsun, her yerde tehlike var. Bu tehlikeyi bir şekilde beraber atlatman, onun için de derdini yanındakine anlatman lazım. O noktada yanındakine güvenmen lazım. Bunun için belirli bir sosyal dairede olman lazım. Hâliyle hiyerarşide biraz yükselmen lazım. Eninde sonunda bu daire içinde ve dışında, “Bilgi güçtür.” prensibine dayanarak rakiplere, endişelere, zayıflıklara ve güçlere dair bilgiyi paylaşman, yani dedikodu yapman lazım.
Söz, ağızdan çıktığı gibi hızla yayılan bir şey. Bu da sana bilgiyi, yaratan vergisi uzuvların dışında herhangi bir sermayeye ihtiyaç duymadan, yüzlerce kişiye ulaştırma imkânı veriyor. Üzerine ekliyorsun çağ atladıkça yazıyı, matbaayı, interneti; sayı da milyonlara çıkıyor. Oradan sonra iş sadece hangi bilgiyi, nerede ve kiminle paylaşman gerektiğine kalıyor. Bilgiyi paylaşmak işlerin daha hızlı yapılmasını sağlamak gibi doğrudan olumlu etkilerinin yanında, toplum düzeninin sağlanmasına da dolaylı olarak yardımcı oluyor. İnsanlar, dedikodularının yapılabileceğini düşündükleri için daha dikkatli davranıyorlar, kurallara uymaya gayret ediyorlar. Gizli saklı bilgiler, dedikodu sayesinde kaynağı “anonim” olarak, rahatça paylaşılabildiği için kamusal bir bilgi hâline geliyorlar ve bu da özellikle şurada bir tanesinden detaylıca bahsettiğim gibi, daha az ayrıcalıklı gruplara birleşerek güçlenme şansı doğuruyor. Denge, bugün bile maalesef bu şekilde sağlanıyor.
Gelelim güncel konumuz, Johnny ve Amber meselesine.
Şöyle başlayalım: Gün içerisinde yaşadıklarımıza dair çeşitli bilgileri verdiğimiz insanların sayısı bayağı bir kısıtlı. Özellikle bu bilgiler, böyle her yerde anlatılmaması gereken şeyleri içeriyorsa, sayı bire, ikiye düşüyor. Onları söyleyeceğimiz kişileri de elbette belirli bir seçime tâbi tutuyoruz. Bir iş arkadaşımızın yaptığı hatayı, aynı iş yerindeki diğer iş arkadaşımıza anlatmaktansa, böyle bir imkân bulunuyorsa bir ebeveynimize anlatmak daha kolay. Öğretmenimizi bir başka öğretmenimize değil, böyle bir imkân bulunuyorsa okul müdüriyetine şikâyet etmek daha etkili. Sevgilimizle ilgili bir problemi, sevgilimizin arkadaşlarıyla değil, kendi arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Fakat durum kendi sosyal çevremizi aşıyorsa, daha yetkili mercilere ulaşıyoruz.
Burada ister yakınlık derecesi ister güvenme düzeyi ister risk azlığı isterse de güç dengeleri olsun, her şekilde belirli bir hiyerarşi bulunuyor. Başımıza iş açabilecek bir bilgiyi, bu korunması gereken hiyerarşinin içerisine girmeyen herhangi bir kişiye verebiliyorsak da bunun sebebi zaten o kişinin konuyla yahut öznelerle bağı bulunmamasından yararlanıyoruzdur. Zira bu bilgi, karşıdakinin herhangi bir çıkarına hizmet etmiyorsa, onu aleyhimize kullanması için bir sebep yoktur ve normal olarak kıyafet almak için girdiğimiz mağazadaki kasiyer, sıra arkadaşımızın eski sevgilisiyle tekrar barışmış olmasıyla zerre kadar ilgilenmiyordur. Çünkü biz de bir tatil esnasında, otelde gördüğümüz tonton amcanın torununun hangi üniversiteyi kazandığıyla zerre kadar ilgilenmiyoruz.
Varmak istediğim noktayı anlaşmışsınızdır: Bir dedikoduya sadece hayatımızda bir etkisi bulunacaksa beş dakikadan fazla kıymet biçiyoruz. Sosyal çevremizde bulunan insanların ne yaptıkları bizim için önemli, diğerlerinin değil. Bu kimseler yakın çevremizden o veya bu sebeple çıktıklarında, belirli bir süre sonra hakkımızda söylediklerini de önemsemiyor oluyoruz. Bu yüzden zaten insanlar “Yüzüme gülüp arkamdan konuşuyor!” şeklinde sitemlerde bulunuyorlar, önemli olan ‘arkamdan konuşuyor’ kısmı değil, ‘yüzüme gülüyor’ kısmı. Etkileşimin devam etmesi gerekiyor.
İlk bakışta Johnny Depp de Amber Heard de bu kapsama girmiyor gibi duruyor. Pek de öyle değil. Sosyal çevremizin tamamen dışında olan Depp ve Heard gibi simalar hakkında yıllar boyu çok fazla şey okuyoruz ve onları çok fazla yerde görüyoruz. Hâliyle bu her ne kadar tek taraflı gerçekleşse ve bir illüzyondan ibaret olsa da sanatçıdan futbolcuya, milyon dolarlık iş insanından politikacıya, Nobelli mucitten tam zamanlı Twitch yayıncısına kadar bu insanları çok iyi tanıyoruz. Neticede onların, sosyal çevremiz açısından bizim için önemli olduklarını düşünüyoruz ve kiminle, nerede, nasıl ve ne yaptıkları bizi gerçekten ilgilendirmeye başlıyor. Hele ki söz konusu dava da herkesin severek izlediği filmlerin iki yıldızından birinin, diğerinin yatağının üzerine dışkılaması yahut bu ikisi arasında gerçekleşen ilişkiye, bir başka aşırı ünlü mankenle Twitter’ın yeni sahibi milyonerin dâhil olması gibi detayları içerince… Yani, pardon, gerçekten gizli tutulması gereken birtakım bilgilerin, dedikodu yoluyla kamuya mâl edilmesi gerçekleşince, ilgi de giderek çoğalıyor tabii.
Popüler kültürü üreten ve yayan her türlü medya da buna yönelik hareket ediyor. Haber bültenlerinde karşımıza çıkan herhangi bir kimse, günlerce tekrarlanan komik bir sözüyle en yakın arkadaşımızdan daha fazla gördüğümüz biri hâline gelebiliyor veya gündüz kuşağında inanılmaz itiraflarda bulunan, asla karşılaşmayacağımız insanlar, hikâyeleri manşetlerden düşmediği için bazı akrabalarımızdan daha fazla empatimizi kazanabiliyorlar. Etki tepkiyi besliyor, bizlere de bazen bayılıp bazen ayılarak söz konusu davayı bilumum mecradan takip etmek düşüyor.
Sizin bu davayı takip etmek için farklı bir nedeniniz varsa, onu da duymak isterim elbette. Yorumlar kısmı ne işe yarar başka?