Dünya üzerindeki her ülkenin sanayi açısından kaynak sıkıntısına girmeye başladığı yıllardayız artık. Bu yüzden, eskisi gibi sürekli yeni buluşların açık bir biçimde pazara çıktığı bir ekonomiden söz etmemiz pek de olası değil. Ancak kültürel ekonomi, son yirmi yıldır, daha önce hiç olmadığı kadar güçlendi. Hatta öyle ki bazı ülkelerin neredeyse bütün hayatını sürdürebilmesi buna bağlı hâle geldi.
Bu ekonomik durgunluk dönemini en güçlü biçimde yaşayan ülkelerden biri, kuşkusuz ki Japonya. Otuz yıl öncesine kadar, Asya’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olan bu ülke, globalde teknolojik ürünleri ile boy gösteriyordu. Çıkarılan bu yeni ürünler, dünya insanının günlük yaşamını kesinlikle geri dönülemez bir biçimde değiştirmişti. Fakat 1990’lı yılların başlarında, bu hızlı ve agresif büyüme yavaşladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, ülke ilk defa bir krizle karşı karşıya kalmak üzereydi. Çünkü teknolojik ürünler pazarında en güçlü ve en üretken aktör olma özelliklerini kaybetmiş ve bu durum, ülkenin gelir kaynağını önemli ölçüde etkilemişti.
İşte bu sırada, Japonya’nın beklenmedik bir ekonomik potansiyeli, kendisini yavaş yavaş göstermeye başladı; kültürü. Komodor Perry’nin ilk defa ülkeyi dünyaya açtığı on sekizinci yüzyılın sonlarından beri Uzak Doğu meraklısı Batı’nın ilgisini çeken bu ufak ada ülkesi kültürü, yavaş yavaş Batılı bir yenilenme ve sömürgecilik anlayışının gelişmesi sayesinde ciddiye alınmaya başlamıştı. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri’nin Batılı olmayan Batılı danışman ülkesi konumuna ulaşan Japonya, belki de iki dünya savaşının arasında kültürel olarak en gelenekçi dönemine girmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda alınan devasa yenilgiye kadar gururlu ve kendinden emin bir faşist anlayış sergileyen ülke, bu yenilgiden sonra adeta anahtarını yenildiği ülkelere teslim etti.
Bu teslim ediş, ellili yıllardan itibaren krizdeki ekonomisini ucuz ve kompakt teknolojik ürünlerle toparlayıp roket gibi yükselten ekonomik mucizeyle birleşince ortaya belki de kültürel olarak Japonya’nın en renkli dönemlerinden biri çıktı. Müzikte Batılı tarzların benimsendiği bu dönemde, günümüzde bile hâlâ etkisini gösteren yeni bir jazz ve funk anlayışı ortaya çıkmış, sinemada Akira Kurosawa gibi tüm dünya sinemasını etkisi altına alan yönetmenlerin muhteşem işleri gösterime girmiş ve manga ve anime gibi basit, çocuksu ve anlatım gücü yüksek çizgi roman ve çizgi film akımları, Hayao Miyazaki gibi yapımcılar sayesinde yavaş yavaş etkisini globale taşımış oldu. Bu kültürel yükseliş dönemi, önceleri ekonominin durgunlaşması ve yükselişin hızının yavaşlaması ile biraz azalmış gibi olsa da, 2000’li yıllarla beraber, internetin sayesinde gerçek bir yükselişe geçti.
Bu yükseliş ortamı, geleneksel değerlerden uzaklaşan ve daha Batılı bir yaklaşımla yeni yüzyıllara merhaba diyen bir Japon kültürü yaratmış olsa da, aynı ortam sayesinde geleneksel kültür ögeleri de daha geniş bir pazarda kendisine yer bulmaya başladı. Kültürün batıya dönük yanlarını tüketen kitleler, giderek artan bir oranla daha geleneksel ögeleri de tüketmeye yöneliyorlar. Elbette bu ögelerin nasıl tüketildiği, ne kadar doğru anlaşılabildiği, çok fazla üzerinde durulan detaylar değil. Bu özensiz ve kontrol edilemez tüketim, elbette zararlı ve fazlasıyla kötü davranışları da beraberinde getiriyor.
Tabii bütün ülkenin sadece kültürel ihracattan beslendiğini söylemek doğru olmaz, sonuçta bahsettiğimiz ülke, bir yandan da hâlâ dünyanın robot teknolojileri alanında lideri. Bu durgunluk ortamında bile şaşırtıcı derecede gelişen bir teknolojik pazar var diğer ülkelerle kıyasladığımızda. Ancak bu gelişen pazar, muhtemelen asla yirminci yüzyılın ortalarındaki o muhteşem büyüme ortamını getirmeyecek, bu yüzden uzun vadeli bir ekonomik devamlılık için, kaynağının geleceği daha belirli olan bir ekonomik modele geçiş en ivedi biçimde gerekli. Bu yüzden, sağlam bir biçimde kültürel ihracatın gerekliliği, Japonya gibi aşırı sınırlı kaynağa sahip ada ülkeleri için elzem. Şimdilik ada ülkelerinin yaşadığı bu ekonomik durum, aslında orta vadede bizim gibi ülkelerin de rahatlıkla içerisine düşebilecekleri bir ekonomik darboğaza işaret.
Burada Japonya’nın bugüne kadar süregelen ekonomik yolculuğunu ve nasıl bugünkü hallerine ulaşabildiklerini anlatmamın sebebi, bir süre sonra bizim de bu yöne doğru evrilecek bir ekonomimizin olması. Şimdiden bozulan ekonomik sistemimizin uzun vadede, en zararsız ve garanti kurtuluş yolu, kültür ihracatından geçebilir. 2000’li yılların başında girişimlerde bulunduğumuz bu ekonomi modeli, belki de ekonomik ve siyasi pozisyonumuza bir çare olabilir gibi görünüyor. Ancak bunun ne kadar dikkate alınmadığını maalesef açık ve net bir biçimde görebiliyoruz. Umarım gelecek yıllarda bu bakış açısı değişir zira değişmesine fazlasıyla ihtiyacımız var.