The Mandalorian geçtiğimiz hafta bizlere kavuştuğu üçüncü sezonunun ilk bölümüyle yepyeni bir sayfa açmaya müsait, hızlı bir başlangıç yaptı. Yalnız, bu başlangıcın ardından, bölümün ismi elini açık etse de vardığımız noktada pek de beklemediğimiz bir ikinci bölüm izledik diyebilirim. Ben de oradan aldığım ilhamı, bölüm boyunca düşündüğüm şeylerle birleştirerek bu inceleme yazısını farklı bir yöne çekmeye karar verdim: The Mandalorian’ın hikâyesini anlatırken şapşallık yapmaya karar verdiği beş ânı konuşmak istiyorum.

Devam etmeden önce ise bir ufak uyarı yapmam gerekiyor; görselden sonra The Mandalorian’ın The Mines of Mandalore isimli bölümüyle ilgili bolca spoiler bulunacaktır.

the mandalorian, mando ve grogu.

Girişte de söylediğim gibi, bu hafta pek beklemediğimiz bir ikinci bölüm izledik. Böyle ifade etme sebeplerimin konu başlıkları da az çok şöyle: 1) İkinci sezondaki büyük hikâye arkları yerine, ilk sezonda sevdiğimiz gibi, aksiyon RPG’den fırlamış bir kurguya dönüş bekliyorduk; 2) Buna bağlı olarak IG-11 ile açtığımız bir yol vardı, parça arayacak, onu geri getirecektik dolayısıyla ikinci bölümün bu macerayı anlatmasını bekledik; 3) Önceki ikisine bağlı olarak da Mandalore serüveni biraz daha yan görevler bittikten sonra gidilmesi gereken ana hikâye görevi gibiydi, sezonun sonlarına doğru tamamlanmasını bekliyorduk.

Neyse ki The Mandalorian beklentilerimizi birebir karşılamadı ama bizlere klasik Star Wars tadını alabileceğimiz bir bölüm verdi. Hepimizin bildiği gibi bu tadın içerisinde her zaman bolca şapşallık bulunur; söz konusu bölümün payına düşen beş tanesi ise şöyleydi:

1) IG-11 Yerine R5-D4 ile Gitmek.

Tamam, kaybettiğimiz karakterler sürekli ölümden dönecekse “ölüm” kavramının pek bir önemi kalmıyor ve bu durum, özellikle bahsettiğimiz karakterler droidler gibi, empati kurması zaten doğası gereği zor olan varlıklar için söz konusu olduğunda daha da can sıkıcı olabiliyor, kabul ediyorum. Bu kabullenmenin üzerine Mando’nun önceki bölümde ne Karga’yı ne Grogu’dan yavru kedi muamelesi gören gariban anzellanları dinleyip, IG-11’i kendi kendine hayata döndürmeye çalışmadaki epik başarısızlığını koyuyorum. Buna rağmen robotlara hiç güvenmeyen ve Mandalore’u da madenlere girebilecek bir droidle keşfetmesi gerektiğini vurgulayan bir Mando var karşımda, “Bunun parçasını bulamazsın!” diyenlere kulak asmayıp bir yan görev alıyor. Buraya kadar her şeye, hikâyenin saikleri için normal diyebilirdim. Ama sonra?

Belli ki ya da bende işlediği gibi R2’yu hatırlayıp gülümsemeye devam edebilmemiz için, Peli Motto tarafından bozuk olduğu sekiz kilometre öteden anlaşılabilen R5 model bir droid teklif ediliyor kendisine. Katı bir şekilde kutsal, lanetli, artık adına ne derseniz, Star Wars dünyasına göre bile biraz doğaüstü kalan inançlara sahip olduğu; ortada böyle bir inancın varlığı mevcut değilse bile tamamının zehirlenmiş, yok olmuş, en iyi ihtimalle ise tahmin edilemez tehlikelerle dolu olabileceğini bildiği ve daha önce hiç ayak basmadığı, yetmez gibi bir de Bo-Katan’dan aradığı desteği bulmayı bırak, azar işittiği Mandalore’a, koruması gereken bir bebek ve bozuk bir robotla gidiyor. Şimdi bu şapşallık değil de ne?

2) Grogu’yu Bo-Katan’a Yollamak.

the mandalorian 3. sezon 2. bölümde Grogu, Din'i kurtarmak için Bo-Katan'ın yanına gidiyor.

Mandalore’a adım atmalarından Din’in tutsak düşmesine kadar olan her şey, bir önceki maddedeki şapşallığın devamı niteliğinde. Sevgili Mando gezegene indikleri anda dış dünyayla bütün iletişim bağlarının kesileceğini öğrendi, korkak bir R5’i de bulundukları yerden asla göremeyecekleri bir çatlaktan numune alması için gönderdi. Hemen ardından da tabii ki bağlantıları kesildi ve R5 geri gelmedi. Mando düşünmekle hiç zaman kaybetmedi çünkü köpek gözleriyle “Yeni oyuncağımı geri getirir misin artık?” diyerek bakan Grogu’nun ısrarlarına dayanamadı, R5’in arkasından aynı çatlağa girdi. Aç kalmış vahşi yaratıklarla karşılaştı ve hayatı boyunca ışın kılıcı kullanmadığı gerçeğini unutmasına rağmen Darksaber sayesinde, bir şekilde canını kurtardı. Şu kısacık sürede olanlar “Bir durup düşünsek mi acaba?” demesi için gereken farkındalığı kazanmasına yetmemiş olacak ki yaptığı bir sonraki şey, Grogu’yu da yanına alıp madenlerde daha da derine inmek oldu. Son olarak ise artık ne için olduğunu pek kestiremediğim bir şekilde kendisinin kanını almak isteyen ve mevcudiyetine eklemlenen bir sürü ileri teknoloji parçası bulunan bir yaratık tarafından tutsak edildi.

Bir şekilde bu noktaya vardık, ben de bu noktada anlıyorum ki Mandalore’un nerede olduğunu, son durumunu ve Din’i Mandalore içerisinde nasıl tespit edebileceğini bilen tek kişi Bo-Katan’dı, hâliyle Grogu da birinden yardım isteyecekse ona gitmeli. Ama bir taraftan da o Bo-Katan, gördüğün andan beri otoritesini sorguladığın, elinden kendisinde kalan son meşru hüküm kaynağı Darksaber’ı aldığın ve daha birkaç saat önce perperişan şekilde görüp azarlandığın Bo-Katan. Bu Grogu da yürümeyi yeni öğrenmiş, insanlarla konuşmak bir kenara dursun Tarzanca diye tabir edebileceğimiz iletişim şeklini bile henüz kullanmayı beceremeyen -ki bu kısma bir sonraki maddede tekrar döneceğim- ve yolda kurbağa yahut parlayan yuvarlak bir şey görünce ağzına sokan bir bebek. “Kaç kurtar kendini çocuğum!” cümlesi bana daha doğru bir yaklaşım gibi geliyor fakat umutsuz zamanlar, umutsuz çözümleri beraberinde getireceği için bütün bu olanları bir başka şapşallık olarak nitelendirerek sonraki maddeye geçiyorum.

3) Grogu (Galiba) Küfrediyor?

grogu mandalore madenlerinde

Dünya üzerinde bana itiraz edebilecek bir kişi dahi olduğunu düşünmüyorum: Grogu çok sevimli; bu sevimliliğin büyük bir parçası da tüm yavrular ve doğrudan erişkinlikle ilgili olmamakla beraber zihinsel kapasite açısından bizden farklı olan türler için geçerli olacak şekilde, yaptığı ‘şapşallıklar‘. Dolayısıyla her bölümde ekrana karşı “Ya sen şapşal mısın?” sorularını boş yere yönlendireceğimiz bir karakter olarak izliyoruz onu, ne gerek var ayrı madde yapmaya?

Hemen açıklayayım: Grogu’nun bu bölümde yaptığı bir şey, bence diğer hepsinden ayrıldı. Çünkü bu bölümde Grogu sevdiğimiz ve alıştığımız yönlerini korudu ama bir artı gelişmeyle neredeyse tüm bölüm boyunca uslu çocuk oldu; Mando’nun talimatlarını dinlemekle kalmayıp ona istediklerini yaptırdı, kullanmayı öğrendiği Güç’ü neye yetirebileceğini doğru hesapladı, Bo-Katan’a giderken babasından öğrendiklerini tereddütsüz, birebir uyguladı ve günü kurtardı. Bo-Katan istediği kadar Grogu’nun ilk kelimesini tatlı bir şekilde keşfettiğini düşünedursun, hani bölümün başlarında Mando ile madenlere inerlerken ejder benzeri yaratığı tekrar gördüğünde bir duraksamıştı da Bo-Katan devam etmesini istediğinde ona kötü bir bakış atıp, ağzında bir şeyler gevelemişti, hatırladınız mı? İşte orada Grogu’nun ilk küfrünü ettiğine yemin edebilirim fakat kanıtlayamam. Kanıtlayamadığım için de o ânın, mükemmel bir şapşallık örneği oluşturduğunu söyleyebilirim.

4) Bo-Katan Kurtarma Görevinde!

Buradan itibaren bölümün daha küçük şapşallıklarından bahsediyoruz. Yani, Mando’nun tüm uyarılarına rağmen ve belli ki hiçbir hazırlık yapmadan, tek başına Mandalore’u keşfetmeye kalkmasında, sonra da ilk iki maddede anlattıklarımızın yaşanmasında Bo-Katan’ın ne gibi bir suçu olabilir? Fakat bölümün son kısmında kendisini içeren şapşallıklar yaşandığı için ayrı bir başlık da açmamız gerekiyordu.

Bölüm özelinde Bo-Katan’ın şapşallıkta parladığı ilk an, Grogu ile madenlere ulaşıp tutsak hâlde buldukları Din’i, hapsolduğu kafesten çıkarmaya çalıştığı andı. Grogu geldi, bir hışım Mandalore’a vardınız; Din de senin yoldaşındır, helal olsun. Hazırlık yapmaya vaktin de yok, bir anda gideceksin. Ve fakat hem Mandalore’un harap durumunu biliyorsun hem de daha yolda, seni yemek isteyen beş adet Alamite kestin. Onların ardından koca bir gözden müteşekkil bölüm sonu canavarına vardın, tesadüfen Darksaber eline düştü de bin bir zorlukla onu yere devirdin. Bu noktada yapman gereken şey, ânın heyecanıyla unuttuğun için düşman gerçekten etkisiz kılındı mı diye bakmak olmasa bile Din’i bir an önce oradan çıkartıp, gerisin geri tehlikeden uzaklaşmak sanki? Onun yerine yaptığın şey, “Din, iyi misin? Ya bir şey diyorsun da ben anlamıyorum.” oyalanmasıyla son dakikada gelen “Arkanda!” ünlemli aksiyon klişesine yol açmak oluyor. Arkanı kollamanın en elzem olduğu yer ve zamanlardan birindesin, eski Mandalore hükümdarı Bo-Katan, sen şapşal mısın?

5) Siz Bu Yoldan Emin Misiniz?

the mandalore mines

Bölümün son sürprizi ve devamının gelmesinden memnun olacağım fakat muhtemelen gerçekleşmeyecek detayı, Mitazor’du. Bo-Katan, sözde Mando’ya alaycı bir tam tur bahanesiyle ama temelde Mitazor’un ne olduğunu anlatmak adına, madenlerin girişindeki tabelayı harfi harfine okuyor; Mando da gezegene ayak bastığından beri başına elli tane iş gelmemiş gibi üç saniye sonra suya atlıyor. Bir tane scanner çalıştırsaydınız bari? Hayır hayır, şimdi temkinlilik, akılcılık vb. ile ilgilenmeyeceğim ve bana anlatılan dünyanın, bana anlatılan karakterlerinin kurallarıyla konuşacağım: Bo-Katan, sen Mandalore’da büyümedin mi? Haydi, sen çocukluğundan beri ezbere bildiğin o tabelaya baktın ve yine “Bunlar da batıl inançlar canım!” dedin de Din, sen bari şöyle kutsal, böyle gelenek derken gezegeninin simgesine hiç inancını yüklemedin mi? Al birini vur ötekine, iki miğferli şapşal.

Durun, yazıyı bitirmeden tekzibimi de yapayım ki bu da benim şapşallığıma gelmesin. Birinci madde tatlı bir fan-service, ben de sırıtarak ekrana bakıyorum ve ilerideki hikâye için IG-11 yahut benzeri bir alternatif elbette ki hâlâ söz konusu olabilir. İkinci madde bize tertemiz bir şekilde Mandalorian yoldaşlığını sundu, özellikle Din ve Bo-Katan’ın Darksaber’ı kullanmaktaki yetenekleri arasındaki farkı vurguladığı için de Mandalore çözümünde neden Din’in değil, Bo-Katan’ın geleceğinden bahsetmemiz gerektiğini gösterdi. Üçüncü madde zaten kendisini açıklıyordu: Grogu artık sadece sevimliliğine gülüp geçmeyeceğimiz bir karakter oluyor, hikâyesini daha ciddi yorumlayacağımız yeni bir hüviyet kazanıyor. Dördüncü madde Bo-Katan ve Din arasındaki ilerleyecek ilişkiye zemin hazırladı. Son olarak beşinci madde ise ikilinin arasındaki ortak müşterekleri kurdu.

Satır aralarında ise Mandalore sistemini tanıtıp, Din’in doğduğu Concordia isimli Ay ile Bo-Katan’ın içerisinde bulunduğu Kalevala’nın (isme dikkat!) birbirine ne kadar yakın olduğu, İmparatorluk bombalamadan önce Mandalore’da hayatın nasıl sürdüğü ya da bir zamanlar Jedi’lar ile Mandalorian’ların birlikte savaştıkları gibi birçok bilgiyi bize vermeyi başardı. Bölümün ne kadar iyi gözüktüğünü ve görüntü yönetmenliğini ne kadar takdir etsek az olacağını söylememe ise asla gerek olduğunu düşünmüyorum. Fakat yine de bölüm bütün bunları, bütün bu şapşallıklarla birlikte yaptı.

The Mandalorian’ı izlemenin bu kısmı da keyifli ve klasik Star Wars eğlencesi deyince kastettiğimiz şey de az çok bu. Siz ne dersiniz?

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

2 Comments

  1. Emre Kaplan Reply

    Bu kadar güzel ögeler içeren, belki de tam puan alabilecek kadar güzel olabilecek bir bölümü öylesine saçma şeylerle doldurmuşlar ki; insan üzülüyor. Sanki ilk 2 bölümün senaryosu biraz aceleye gelmiş. Umarım bu bölümler öyle bir noktaya bağlanır ki, sezon sonunda bu bölümlerdeki problemleri unutabiliriz.

  2. Melih Yavuz Reply

    Bütün bölüm Bo-Katan’ın Mando’yu öldürmeden Dark Saber’ı sahiplenmeye hak kazanabileceğine bi setup gibiydi ama bi türlü olmadı.
    Aksiyon sahneleri hiç beklenileni veremedi, koça Mando esir düşmüş ve sen onu kurtarıcaksın ama kötü adam tek kılıç darbesinde yere düştü.
    Tamam sonra faz 2 başladı şimdi koca bi robotun içinde, robota 2-3 vuruşta o da düştü. Eeeee climax nerde?

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.