The Witcher dizisinin altıncı bölümü, bölüm isimleri açıklanana kadar uyarlanacağını hiç aklıma getirmediğim bir hikâyeyi konu ediniyor. Bunun birinci sebebi, dizide Cirilla’nın hikâyesi hariç çoğunlukla ilk hikâye kitabı olan Son Dilek’e bağlı kalacaklarını düşünmem dolayısıyla Brokilon dışında Kader Kılıcı’ndan bir şey görmeyi beklemememdi. İkinci olarak ise bu hikâyeyi uyarlayacaklarsa birden çok ejderha, yarısı dağlarda geçen büyük bir yol hikâyesi, çok fazla karakter ve tabii aynı anda hem büyülü hem de baltalı-kılıçlı dövüş sahneleri göstermeleri gerekeceği için, yarısını zaten Henry Cavill’e verdiklerini düşündüğüm ilk sezon bütçelerini buna ayırmazlar diyordum.
Sonrasında ise bölüm isimleri açıklandı, twitter’dan “ejderha avı” notu düşüldü ve ben bir anda Borch Üçkarga’yı beklemeye, Villentretenmerth’i dünya gözüyle göreceğimi düşünerek heyecanlanmaya başladım. Beklediklerimi aldım mı derseniz, bu sorunun cevabı benim için hayır. Üzerine birazdan konuşacaklarımız da eklenince, altıncı bölüm dizinin en kötü bölümüydü diyebilecek duruma geldim. Fakat demedim. Çünkü bu bir sürü saçmalığa rağmen bölümün sonunda öyle bir şey yapmışlar ki kendimi tekrar kitapları okuyor gibi hissettim. Yani bölüm benim için “Ne anlatıyor bu değişikler” diye başladı, “Allah sizin belanızı versin” ile ilerledi fakat sonunda “İyi ki bu diziyi çekmişsiniz” dedirterek bitti.
Kötü olan her şey için yazmaya bölümün neresinden başlasam bilemiyorum. Altın, afili, parlak –dünyanın en güzeli olması gereken- ejderhayı, biraz fazla gelişmiş bir timsah olarak görmemizi söyleyeyim? Bütçe gibi durumlardan ötürü bu duruma takılmayı çok doğru bulmam ama “dünyanın en güzeli” ifadesinden bir şeyler bekliyor insan, bütçe yoksa yaratıcılık olsun. Kitaba bağlı kalacaklarsa daha sonra tekrar tekrar göreceğimiz Yarpen Zigrin ve tayfasını ne idüğü belirsiz şekilde göstermelerine mi kızayım? Bölüme isim diye koydukları “Nadir Türler” meselesinin altını boş bırakmalarına mı sinirleneyim? Birbirinden farklı grupların birlikte çıktığı bir yolculuk hikâyesinde, kitapta olduğu hâliyle doğacak olan Witcher dünyasını anlatma ve insanların Geralt’a nasıl baktıklarını gösterme imkânlarını; ağır çekimde sırf gif olsun diye çekilmiş abuk aardlı öpüşme sahnesine kurban ettiklerine mi söveyim?
Brokilon zaten kötüydü, bir de üzerine tüy dikerek Fareçuval’ı, üç saniye önce özel olduğunu ve korumanız gerektiğini konuştuğunuz kızı alıp götürsün diye, niye içeri soktunuz? Şaşırtmaca olsun diye Fareçuval kılığında doppler göndermişsiniz, gönderdiğiniz doppler niye üç kilometre öteden bakanın anlayabileceği şekilde “Ben kötüyüm” diye bağırıyordu? Aynı dopplerı geri Cahir’e gönderdiniz, belli ede ede Cahir’in kılığına sokup savaştırdınız, haydi tamam. Ama çoktan ne kadar önemli olduğunu anladığı Ciri’yi yalnız başına ağaca bağlı bıraktıracak kadar ne içtiniz? Ben bir gerildim, azıcık sakinleyeyim dimi?
Sakinlemenin de en basit yolu sanırım, kitapta bu hikâyenin nasıl olduğunu anlatmaya çalışmakla olacak. Bölümde uyarlanan Olasılıkların Sınırı, Witcher serisinin ikinci kısa hikâye koleksiyonu olan Kader Kılıcı’nın ilk hikâyesi. Hikâye, temelde, dizide de yapmaya çalıştıkları gibi civarda yaşayan bir ejderha için çıkartılan ödül ilanı ve av haberiyle başlıyor. Kral Niedamir, sadece bir ejderha avcısı ile evlenebileceğini söyleyen prensesi elde edebilmek için, daha sonradan öldürme işini üstleneceği şekilde, bir ejderhanın üzerine ödül koyuyor.
Kıta’nın çeşitli yerlerinden, hepsi birbirinden farklı amaçlarla ejderhayı öldürmeye heveslenen gruplar, Kaedwen yakınlarındaki dağlara doğru yola çıkıyorlar. Yarpen’in liderliğini aldığı ve aralarında çocuklarının da bulunduğu cüceler, hazineyi ve değerli madenleri istiyorlar. Paralı askerlerden oluşan Boholt’un tayfası, Kral adına ejderhayı öldürmenin ve söz verildiği gibi hazineyi elde etmenin peşindeler. Dizide Yennefer’in eşlik ettiğini gördüğümüz soylu şövalye Sir Eyck of Denesle, meşruiyetini ve cesaretini kanıtlamak için istek duyuyor. Yennefer öbür taraftan, her ne kadar kralın maiyetine yardım etmek için orada olduğunu söylese de alttan alta hâlâ efsanelerin peşinde, kısırlığına çare arıyor. Yennefer gibi bir büyücü olan Dorregaray ise ejderhaların öldürülmemesinden yana, bu yüzden ava katılmayacağını fakat yolculukta gözlem için bulunmak istediğini belirtiyor. Dorregaray’a dizide yer vermemeyi tercih etmişler.
Geralt’ın kafileye katılımı ise tamamen isteği dışında gerçekleşiyor. Hikâyenin açılış kısmı ile dizide bölümün açılışı, neredeyse birebir örtüşüyor diyebiliriz. Bir basiliski öldürmek için mağaraya giren Geralt’ın uzun süre geri dönmemesi üzerine onu tutanlar, eşyalarını çalmak istiyorlar. Borch Üçkarga ismiyle bilinen bir adam ve yanındaki iki Zerrikanyalı çekici koruması, onlara engel oluyor; böylece Geralt ve Jaskier ile tanışıyorlar. O akşam handa birlikte yiyor içiyor, hatta aynı küveti paylaşıyorlar. Küvet sahnesi dediklerinde beklediğim şey, aslında buydu ama olmadı. Borch, Geralt ve Jaskier’i, Poviss’e doğru gidecekleri yolculuklarında kendilerine eşlik etmesi için davet ediyor. Bir süre yol alıyorlar ancak şehre akın eden kafilelerden dolayı sınırlar tutulmuş durumda, kendi yollarına gidemiyorlar. Bu noktada karşılaştıkları Dorregaray’dan, kralın maiyetine Yennefer’in eşlik ettiğini öğrenen Geralt, ava katılmaya karar veriyor. Böylece hepsi birlikte kafileye yetişmeye çalışıyorlar.
Buradan sonrası, Witcher’ı beğenen herkesin okumasını isteyeceğim bir yol hikâyesine evriliyor. Bir yanda Yennefer ile Geralt’ın bize ufacık sözlerle anlatılan dört yıllık kötü ayrılıkları ve girdikleri laf dalaşları var; bir yanda Yarpen ile oğullarından cücelerin yaşamlarını ve Kıta’daki meseleleri dinliyoruz. Öte yanda Dorregaray, en ukala hâliyle Geralt ile dalga geçiyor ve onun, nadir türleri acımasızca öldüren bir katil olduğunu söylüyor. Bir tarafta Sir Eyck, insan olmayanlarla ilgili aptalca vaazlar veriyor ve kendini komik duruma düşürüyor, biz de okuyucular olarak bu esnada şövalyeliğin ifade ettiği o belirli tür anlatı ile dalga geçiyoruz. Macera devam ettikçe bu kafilenin hemen hepsi bir şekilde birbiriyle temasa geçiyor ve aralarında bazen samimi bazen komik ve bazen de gergin diyaloglar kuruluyor.
Hikâyenin çözümünde ise ölen ölüyor, kalan sağlar bizimle birlikte Villentretenmerth’e hayran kalıyor. Altın ejderhanın ancak efsanelerde yer alabilecek kadar nadir, güzel ve gerçek olduğunu öğreniyoruz. İnsanların suçladıkları canavarlardan da çok canavarlaşabileceklerine; sadece yavrusunu korumak isteyen nadir bir türü, dünyanın en güzelini, sırf hazine veya şöhret için yok edebileceklerine şahit oluyoruz. Kafiledekilerden bazıları, ne kadar aklı havada olsalar da Jaskier gibi böyle bir güzelliği takdir edip yalnız bırakmak gerektiği kanısına varıyor. Bazıları, zulme kayıtsız kalan sessiz şeytanları oynamayı uygun görüyor. Bazılarının aklı, Yennefer gibi derinden ve umutsuzca istediği bir şey ile yaptığının doğru olmadığını bildiği vicdanı arasında kalıyor, geç de olsa bir bebek ejderhanın yardım arayışında gidip geliyor. En önemlisi ise hikâyemiz son bulduğunda, nadir türleri katletmekle görevli olan ve herkesin duygusuzlukla itham ettiği mutantımızın, oradakilerin hepsinden daha insanca davrandığını biliyoruz.
Normalde hiçbir incelemede yapmayacağım şekilde hikâyeden uzun uzun bahsettim. Çünkü nelerin kaçtığını, hangi fırsatların tepildiğini anlatabilmek istedim. Şimdi, sakince soruyorum: Bunların ne kadarını dizinin altıncı bölümünde gördünüz? Uyarlamalar aslına sadık kalmak zorunda değillerdir, bunun en büyük savunucularından biri de benim ama madem altı bu kadar boş kalacaktı, neden ilk kitaptaki diğerlerinin yerine bu hikâyeyi seçip, kısıtlı bütçenizle bunca şeyi gösterme zahmetine girdiniz? Belki hikâyeyi bilmeseydim bu kadar üzülmeyecektim fakat yine de orada bulunan insanların neden orada bulunduklarını, cücelerin neden bir anda “Haa tamam biz de gidelim o zaman” dediklerini, Yennefer’in neden bir anda taraf değiştirdiğini falan anlamayacaktım. Yine aynı yere geliyoruz.
Altıncı bölüme kızgınlıklarımı yeterince anlattım sanırım, biraz da iyi ki çekmişler dediklerimden bahsedelim. Bir kere Sir Eyck’in kepazeliklerini ve onun üstünden dönen şövalye anlatısıyla dalga geçme meselesi, güzeldi. Yarpen başta olmak üzere orada bulunanların Jaskier’e takılmaları yerinde ve eğlenceliydi. Keza Jaskier ve Yennefer arasındaki atışmalar da böyleydi, biraz daha konuşsalar da doya doya seyretsem diye düşündüm. Ancak bunların hiçbiri, Yennefer’in sırf Geralt’ı kıskandırmak için neler yaptığını açıklayabilmek için çekilen imalı sahneleri ve o saçma sapan aard sahnesini affettiremeyecekti.
Fakat bölümün sonunda dünyanın en güzeli Borch Üçkarga konuştu. Yennefer’in çocuk doğuramayacağı, Geralt’ın ise en büyük korkusunun gerçek olacağı ortaya çıktı. Bir önceki bölümde cinden dilenenler, Yennefer’in en temel güvensizlikleri üzerine bindi; ikilinin kırık ilişkilerinin sonraki sezonlarda izleyeceğimiz dinamiği, gözler önüne serildi. Bununla birlikte ilerde anlayacağımız gibi Geralt’ın gitmesi gereken yol çizildi, Yennefer’in Geralt’ın kaderine nasıl değeceği ve beklemediği bir şekilde istediğine nasıl kavuşacağı; ikisinin de henüz farkına varmadığı bir şekilde hissettirilmiş oldu. Geralt, Yennefer’i kaybettikten sonra olması gereken hâline, kitaplarda onu göreceğimiz hâline, dışarıdan saklasa da içinden kaçınamadığı hâline döndü. Jaskier’e patladı, Jaskier de rolünü harika bir biçimde yerine getirdi. Dizi bütün bunları, beş dakikada verdi. Böylelikle beni de yeniden kazandı.
Bu son durumda tek sorum ise şu: Madem böyle yazarlık yapabiliyordunuz, bütün bölüm aklınız neredeydi? Sizler ne dersiniz?