Netflix’in The Witcher uyarlamasının ikinci bölümünü izlemiş olanlar, ilk bölüm incelemesini de okuduysanız, sizi hız kesmeden bu yazıya davet ediyoruz. İlk bölüm, açık ara benim diziden beklentilerimi fazlasıyla karşılayan bir bölümdü, bu yüzden ikinci bölümü de ayrıca bir heves ve biraz daha yükselmiş beklentilerle seyrettim diyebilirim.
Alakasız iki karakterin oynaşmasıyla açılan bölümde, ilk bölümde eksikliğini hissettiğimiz Yennefer’i daha da fazla bekletmeyerek göstermişler, sağ olsunlar. Yalnız bu Yennefer, ne kitaplardan ne de oyunlardan alışkın olduğumuz gibi değil. Bildiklerimize uyan tek yanı, gözlerinin rengi. Bir de tabii, sahip olduğu büyü gücü ama Yennefer henüz bu gücün farkında değil. Farkında olan kimse yok mu? Titiz ve otoriter müdiremiz Tissaia de Vries, fazlasıyla ve bizlerin de Yennefer ile birlikte henüz tanışacak olduğumuz genç büyücü Istredd de öyle! Bir önceki bölümde olduğu gibi burada da bölüm özeti vermeye gerek olduğunu düşünmüyorum. Ama tıpkı Cirilla’da olduğu gibi Yennefer’de de sadece dizi için yazılmış bir olay örgüsü mevcut, bunlara değinmek gerekecek.
Kitaplardan Yennefer’in kambur ve istenmeyen bir çocuk olduğunu biliyorduk. Babasının onu itip kaktığını, onu kendinin kabul etmediğini, ona bir ucube gibi davrandığını birkaç cümleyle ve son kitapta da olsa geçirmişti Sapkowski. Dizide ise bunları, çok güçlü ve patronluk taslayan bir büyücü kadının acılı geçmişinden hatıralar olarak değil, çok güçlü bir büyücüye dönüşecek olan genç bir kızın gözünden izliyoruz. Tabii görsel dilin de etkisiyle daha somut oluyor bizim için.
Aretuza müdiresi Tissaia de Vries, Yennefer’in biraz kasıtlı biraz da acemi kontrolsüzlüğü sonucu açtığı portal sebebiyle, civarda yetiştirebileceği bir kızın olduğunu öğreniyor. Üzerinden özgüven aka aka atından inip, babasının henüz itip kakmayı bitirdiği Yennefer’in kaç lira olduğunu soruyor. Babası, domuzdan aşağı bir fiyat söylüyor, Tissaia biraz daha indiriyor. Böylece, domuzcuk Yennefer, dört altına satın alınıyor ve bir büyücü, küllerinden doğmaya yaklaşıyor.
Yennefer, bizim alışkın olduğumuzun aksine o kadar da yetenekli ve dirayetli değil. Büyü yetenekleri bakımından normalde orada olmaması gereken Fringilla (kitaplarda Fringilla Vigo, Nilfgaard’daki büyü okulunda eğitim alıyordu ve Yennefer’den de oldukça gençti) ve Sabrina’nın da aralarında bulunduğu diğer sınıf arkadaşlarından daha beceriksiz, onlardan daha çok zorlanıyor. Hatta bir süre, hiç ilerleme kaydedemiyor. Bir süre sonrasında kaydettiği başarılar ise daha ziyade kontrolsüz güç patlamaları yahut Istredd’den öğrendikleri oluyor.
Fakat Tissaia’nın bu durumu garipsediğini pek söyleyemiyoruz. Onun, belli ki, içindeki kaosu durduramayan bu kız için başka planları var. Yennefer bileklerini kesip intihar ettiğinde bile havalı duruşundan bir gram eksiltmeyen Tissaia, bu bölümde, büyünün bedelini de bize ziyadesiyle anlatmış oluyor. Sanırım şimdiye kadar izlediğimiz benzer türdeki eserler arasından Witcher’ın ayrıldığı bir kısım da burası olacak. Büyünün ne olduğu, nereden geldiği, nasıl kullanıldığı ve nelere mâl olduğu, ikinci bölümden verildi. Bazen bir çiçeğin bizim için yapabileceği en iyi şey, ölmektir.
Istredd ve Yennefer ilişkisi, Yennefer’in görmeye alışkın olmadığımız bir başka tarafı: ilgiye aç, ilgiye muhtaç ve ilgiye aldanan bir genç kadın. Istredd ise bütün deformasyonuna ve bütün özgüvensizliğine rağmen kendisine bunları teklif eden biri olarak giriyor hayatına. Kitaplarda bir noktada Geralt – Istredd – Yennefer üçgeni görecektik, bu noktada da Istredd’in Yennefer için çok derin bir yerde duran eski bir âşık olduğunu öğrenecektik. Ancak bu çok kısa bir hikâyeydi ve bahsi bir daha açılmıyordu. Dizide burayı deşmekle kalmamışlar, o noktaya varana kadar yaşanacak olanlarla birlikte, eğer uyarlanırsa bu hikâyeyi, daha anlamlı kılmışlar. İtirazım yok.
Yennefer kendini keşfetme sürecine girerken, bir ozan ve bir Witcher, ilk defa karşılaşıyorlar. Jaskier’in sesiyle dünyanın bir ucuna gidiyoruz. O ne berbat sözler ama ne güzel de bir şarkı! Jaskier, tam bir gönülçelen. Hakkında hiçbir fikriniz olmasa bile elinde lavtasıyla gördüğünüz anda, başka yere bakmak istemiyorsunuz. Şarkısının beğenilmemesi arkasından söyledikleri, söylediklerine rağmen aşağıdan yiyecek kaçırması, Geralt’ın yanına gidip sorular sorması, aradığımız Jaskier böyle olmalıydı zaten! Joey Batey, demek ki, gerçekten iyi bir oyuncu seçimi olmuş.
Dünyanın bir ucu Aşağı Posada’ya, ekinleri çalıp kaçıran, boynuzlu bir şeytan dadanmış. Geralt şeytanların var olmadığını bilse de bir Witcher’a yakışan şekilde parasını alıp sorunu çözmeye doğru yola koyuluyor. Dünyanın bir ucunda, eski bir yerleşim yerinde, çalı çırpının arasında ve boynuzlu bir yaratığın peşindeyken, yanınıza ne alırsınız? Muhtemelen Jaskier’i değil ama kambersiz de düğün olmaz! Kendisinden hoşlanmadığı üç kilometre öteden belli olan ve üzerine kan kokusu sinen, korkunç bir Witcher’a da lavtasıyla balat yazabilmek için kendisini ancak Jaskier davet ettirebilirdi zaten. Bir de üzerine bunu bir PR çalışması diye yutturmak, onun dışında kimsenin aklına gelecek bir iş değil. Siz ne düşündünüz bilmiyorum ama ben bu diziyi, küstah şair ile canavar avcısı arkadaşı olarak da izleyebilirmişim. Tamam, abartmıyorum.
Jaskier ile Geralt kendi maceralarını yaşayadursunlar, bir yandan da Cirilla’nın kaçışını izlemeye devam ediyoruz. Soyluluğu ve ayrıcalıklarıyla yüzleşiyor, temiz kalbinin kaldıramayacağı sahnelere şahit oluyor. Öldürdüğü elflerin kulaklarından kolye yapan bir şövalye özentisi yetmiyor gibi bir de onun cücelere işkence eden anası yüzünden, gariban cücenin botlarını alıp, ayağına giyiyor. Sonrası, yine kaçış.
Bu bölüm için aslında diyecek çok fazla bir şey yok. Ancak bazı noktalar kesinleşmiş oluyor, onlara değinmek lazım. Bir kere, bölümün teması elfler üzerineydi. Kıtadaki elflerin durumunu, üç karakterimizin de hikâyesinin içerisine ayrı ayrı yedirmişler. Yennefer cephesinde Istredd, Stregobor’un fişfişlemesiyle olduğunu anlayacağımız üzere, Yennefer’e elflerle ilgili bilgiler veriyor. Kıta’ya ilk ayak basanlardan birinin elfler olduğunu, büyüyü insanlara onların öğrettiğini ancak insanların, sanki kendilerine aitmiş gibi yapabilmek için elfleri katlettiklerini ondan öğreniyoruz. Bununla kalmıyor, Yennefer’in elf kanı taşıdığını ve annesinin bir yarı-elf olduğunu, sahip olduğu deformasyonların da sebebinin bu olabileceğini bize söylüyorlar.
Geralt ve Jaskier’in macerasında ise elfleri, liderleri Filavandrel ile dağlara saklanıp, Torque isimli bir yaratıktan yardım alarak, açlıktan ölmemek için insanların ekinlerini çalarken görüyoruz. Filavandrel’den ise o an içinde bulundukları ve ekinleri çalmakla suçlandıkları Dol Blathanna’nın öz-be-öz elf toprağı olduğunu, insanların ise topraklarını elflerin elinden alıp onları ölüme mahkum ettiklerini öğreniyoruz. Geralt, kendisini öldürmek üzere olan elfe, kendisinin de bir insan olmadığını, bir insan gibi -yani bir canavarmış gibi- anılmamanın son isteği olabileceğini aktararak, uyum sağlayıp halkını kurtarabileceğini söylüyor.
Cirilla’nın zamanında ise insanların gözünden, onların elflerden ve diğer ırklardan ne kadar nefret ettiklerini tecrübe etmiş oluyoruz. Ancak burada köylere baskın ve yağma yapan, Nilfgaard’a yardım ve yataklık eden elfler var. Yani artık bir köşede saklanıp, ölmeyi beklemiyorlar. Tam bu noktada ise dizinin zaman dilimleri, iyice açığa çıkmış oluyor. Zira Ciri’nin zamanında Filavandrel’in Dol Blathanna’dan ayrılıp, elflere liderlik etmeye başladığını öğreniyoruz. Biraz karışık olabilir ama şimdilik şöyle diyelim; Yennefer çok eski, Geralt biraz eski, Cirilla ise şimdiye yakın bir zamanda bu izlediklerimizi yaşıyorlar.
Genel olarak bu bölümü ilk bölüme nazaran daha az sevdim. Yalnız bunu, tamamen kitaplardan ve alt metinden haberdar olduğum için söylüyorum yoksa bölüm açısından bakıldığında birinciden başarılıydı. Benim daha az sevme sebebim, kitaptaki adıyla “Dünyanın Sonu”nun, dizide çok alelacele geçilmesiydi. Bir kere Lille gibi harika bir karakteri hiç göremedik. İkincisi, Filavendrel ile Geralt’ın diyalogları, her ne kadar içlerinde kitaplardan alınmış cümleler geçse de, çok sönük kaldı. Alt metni atmış, bağlamdan kopartmış, uzun ve zevki bir konuşmayı çıkartmış; geriye sadece manşete atılsın diye “Saygı, tarih yazmaz” cümlesini bırakmışlar. Büyük bir potansiyel de böylece harcanmış. Filavendrel’in Jaskier’e ne ara lavtayı verdiğini geçtim; lavtanın önemi neydi, elfler neden lavtaya hassasiyet duymalıydı, bunların hiçbiri yoktu bölümde. Ve bunlar, özenli olması gereken detaylardı. Kısmet.
Öte yandan bölüm, Jaskier sağ olsun, hiç de sönük değildi. Patlatın oradan bir Toss a Coin to Your Witcher, bir sonraki bölümde görüşelim!