Bu ayki dosya konum olan “Edebiyatta Cadılar Bayramı” üzerine yazdığım yazıların içinde başından beri aşk ve Cadılar Bayramı temalarının nasıl iç içe geçtiğinden bahsetmek istiyorum aslında. Tek sorun şu ki konu edebiyat olduğunda romans yazarları Cadılar Bayramı’nı aktif bir bağlam olarak kullanmaktan kaçınıyorlar, arka planda kalmış oluyor çoğunlukla. O yüzden bana da pek ekmek çıkmıyor o kısımdan, ben anlatmak ve göstermek istediğim şeyleri istediğim gibi anlatamıyorum ve gösteremiyorum.
Madem durum böyle, biz de güvenli limanımıza gidelim dedim ve bir değişiklik yaptım: Karşısınza bugün bir şiir ile geldim. Şuraya tıklayarak tamamına ulaşabileceğiniz Edith Nesbit’in The Vain Spell şiiri, bence bir dosya yazı dahilinde inceleyebileceğimiz kadar ilginç. “Şiir incelemesi” başlığı kimseyi korkutsun istemediğim için ne yapmak istediğimi kısaca bir açıklayayım: Edebiyat dersi yapmaktan ziyade bugün şiirdeki ilgi çekici noktalardan bahsedeceğiz, şairin yaptığı seçimleri sorgulayacağız, şiiri elimizden geldiğince farklı noktalara çekeceğiz, yorumlayacağız, biraz aşktan konuşacağız. Eh, benimle misiniz hala?
Edebiyatçılar genelde sabırsızdır. Şairler de öyle. Vakit kaybetmekten hoşlanmazlar, daha ilk satırdan şiirin tonunu bize gösterirler. “The house sleeps dark and the moon wakes white,” diyor Edith Nesbit de daha ilk mısradan. Karanlıktan, ruhsuz bir evden ve geceyi aydınlatan bir aydan bahsediyor. Cadılar Bayramı olduğunu söylemese de tüyler ürpertici bir bağlamdan bahsettiğini anlıyoruz, bakalım bu bağlam bize ne anlatacak?
“I have waited the whole night through, for I knew / O Heart of my heart, I knew by my heart / That the night of all nights is this,” diyor devamında. Tüm gece bekledim diyor, biliyordum gecelerin gecesinin bu gece olacağını. Özlem var, hissedebiliyor musunuz? Gecelerin gecesine duyulan bir özlem var burada, hangi gece bu? Muhtemelen Cadılar Bayramı gecesi. Sonraki kıtada şöyle diyor: “When the living and dead, in the dead of the night / Might clasp once more, in the grave’s despite.” Yani dirilerin ve ölülerin kavuştuğu geceden bahsediyoruz. Eh, açık ve net.
Zamanı ve mekanı bulabildiysek şimdi şiirin bize gerçek manada ne anlattığından bahsedebiliriz. Başlangıçta, hakkında pek bir şey bilmediğimiz bir başkarakterimiz var. Bu başkarakterimiz bir ruha aşık, ona kavuşabilmek için evinde tek başına büyü yapıyor. Büyünün gerçekleşmesi için atan bir kalp gerektiğini öğreniyoruz. Aşık başkarakterimiz de kendi kalbini feda ediyor, kendisi de bir ruh olup sevdiceği ile birlikte olmak istiyor. Böylece cesedi, mezarda yalnız başına bütün gece bekliyor. Bekledikçe de sevgilisine ağıtlar yakıyor.
Peki sevgilisi geliyor mu? İşte o konuda kesin bir cevap yok gibi. Bütün gece onu beklediğini ve o gece sevgilisinin ona dönmediğini biliyoruz fakat “a guest may be coming yet,” gibi bir satırın varlığını da kestirip atmamak lazım. Bir ziyaretçinin gelebileceğini söylüyor. Yine de saati geldi ve geçti, bir daha da gelmeyecek. Aşkın tek şansı buydu ve bitti, gitti diyor.
Şu noktada bu anlattıklarım yerine oturtması zor geliyor olabilir, “doğaüstü aşk” teması karşımıza pek fazla çıkmıyor diye düşünüyor olabilirsiniz. Peki ya size, yaşayan bir başkarakter ve bir ruh arasındaki aşkı yalnızca bu şiirde görmediğimizi söylesem? Gotik edebiyatın en önemli eserlerinden birisi olan Uğultulu Tepeler’de de benzer bir temayı görmek mümkün aslında. Anlayacağınız, “doğaüstü olan ile aşk” teması tahmin ettiğinizden daha yaygın.
Yazarımızın bize bu hikâyeyi anlatmak için seçtiği tarih olan Cadılar Bayramı, bu şiirde bir “zaman” olarak aktif bir rol oynuyor. Yani başkarakterin bu ritüeli Cadılar Bayramı gecesinde yapıyor olması önemli zira gerçek aşk için yılda bir gününün olduğuna inanıyor, o gün de ölülerin yaşayanların dünyasına indiği gün demek ki. Cadılar Bayramı dediğinizde aklınıza aşk gelir mi? Sanmıyorum.
Belki de başkarakterimiz Cadılar Bayramı’nda ölüler yaşayanların dünyasına indiğinde sevdiğinin kendi evine geldiğine, kendisinin de bir ruh olarak sevdiği kişiyi sonunda görebileceğine inanmıştır. Belki de yaşarken beraber olduğu sevgilisi, onunla buluşacağına söz verdiği tarihte ölmüştür ve başkarakterimiz de onu geri getirmek için bu ritüeli gerçekleştiriyordur. Olabilir yani, neden olmasın? Ah, genç aşıklar! Yok ya da şey diyelim, ah ölü aşıklar! Tim Burton ne güzel filmini çekerdi bunun.
Şiiri dümdüz okuduğumuzda işte bunlardan bahsediyoruz aslında. Bütün bunların yanında bir de bu şiire bir metafor muamelesi yapabiliriz. Demek istediğim şu ki belki yazarımızın bu şiirle anlatmak istediği şey aslında yalnızca bu hikâye değildir, belki de şairimiz daha soyut meselelerden bahsediyordur. Neden olmasın? Şiirler, farklı yorumlar getirilebilen sanat eserleri olduğu için bizler kendi yorumumuzu rahatlıkla yapabiliriz, değil mi? O halde ben de arkadaşlarımla getirdiğimiz yorumu sizinle paylaşmak isterim.
Şiirde özlem duyulan sevgili, aslında aşkın kendisi olabilir. Başkarakterimiz gerçek aşkı arıyor, aradığı şey spesifik bir kişi olmak zorunda değil. Onun yerine direkt birinci kıtada büyük harfle başladığı “Love” kelimesine sesleniyor olabilir. Bu da aşkın kendisine, belki de bir zamanlar sahip olduğu o hisse yeniden kavuşabilmek için bir ritüelde kendisini feda etmeyi göze almış bir başkarakterden bahsediyor olabiliriz demek oluyor. En başında “Price of a living heart,” diye bahsediyorken en sonunda “Price has been paid in vain,” diyor, bu iki satır arasındaki farkı sizler de hissettiniz mi? Duygu değişimi, can yakıyor. Kendini feda ettiği aşkın aslında var olmadığı gerçeğiyle yüz yüze gelmiş başkarakterimiz. Bir zamanlar sahip olduğu bu hisse bir daha sahip olmayacak, bitti ve gitti.
Bir diğer yorumumuz da bu şiirdeki başkarakterimizin başarısız bir evliliği olabileceği yönündeydi. Biraz gerçek anlamda, biraz da metaforik düşündüğümüz vakit “The grave is white,” sözlerinin ve “The grave clothes” sözlerinin bir motif gibi tekrarlanıyor olması, bayağı lanetli ve karanlık bir bağlamda gelinliği çağrıştırıyor. Eğer durum buysa, gotik edebiyata bir gönderme daha olduğundan bahsedebiliriz. Gelinlik giyen ölüler, evli insanların ölü/ruh aşkları… Bunlar da gotik edebiyatta rastladığımız motifler.
Biraz daha yakından okumak istiyorum zira bütün bunlarla beraber bir de şiirin ilk kıtası ile son kıtası arasındaki paralellikler hoşuma gidiyor. En başta “The house sleeps dark and the moon wakes white,” diyordu ya hani, şiirin başında önemli olan şey ritüelin gerçekleştiği mekan iken “and” deyip bağladığı, ikinci plana attığı şey ritüelin gerçekleştiği zaman oluyordu. Gece vakti yani. Şiirin sonunda, aynı satırları tekrarlarken küçük bir değişiklik yapıyor: “The moon grows pale and the house sleeps still,” diyor. Bu defa gece vaktini, yani zamanı, mekandan önce söylüyor. Çünkü şiirin başından sonuna kadarki geçen vakitte odağımız değişti; Bu ikili arasında en başta mekan, zamandan daha önemliydi. Şiirin sonuna gelirken ay karardı, ev ise aynı kaldı.
Bu noktada da belki en başta zamanın bir araç, en sonda ise zamanın bir umut olduğunu söyleyebiliriz. Hemen açıklıyorum: En başta, Cadılar Bayramı gecesi yalnızca başkarakterimizin sevgilisine kavuşabilmesi için yerine getirilmesi gereken bir şarttı. Yanlış mıyım? Şiirin sonlarına doğru ise başkarakterimiz kendini feda ettikten sonra artık mekanın hiçbir önemi kalmadı, artık bir evden değil bir mezarlıktan söz etmeye başladık. Cadılar Bayramı gecesi ise henüz bitmedi. Başkarakterimiz için, ay yerini güneşe bırakana kadar umut var. Gökyüzündeki o ay, başkarakterimize umut veriyor. O halde burada önemli olan şey mekan değil, zaman oldu.
Bu yazının bir edebiyat dersi olmayacağını söylemiştim fakat işler pek de öyle gitmedi gibi, ne dersiniz? Ben çok konuştum, biraz da mikrofonu size vermek istiyorum. Sizin yorumunuz nedir? Bana katıldığınız veya katılmadığınız noktalar neler? Yorumlarda buluşalım, ben de geliyorum!