Genelde kütüphanesinin çoğunluğu fantastik ve bilim kurgu kitaplarından oluşan biri olarak çoğu zaman okunacak farklı türde kitaplar ararım ama çoğu zaman bulamam. Bu yüzden bu arayış maceram genelde yine bilindik yerlerde son bulur. Ama bu sefer böyle olmadı ve uzun zaman sonra Kıyamet Polisi gibi bir polisiye roman geçti elime. Tamam, içinde yine bilim kurgu vardı ama öyle eski alışkanlıklarından ha deyince vazgeçemiyor insan değil mi? Eğer bu konuda anlaştıysa ben lafı daha fazla uzatmıyor ve hemen Kıyamet Polisi incelememize geçiyorum.
Kıyamet Polisi aslında türünün diğer örneklerinden pek de farklı bir hikâye değil. Henry Palace isimli bir dedektifin, McDonalds tuvaletine kendi asarak intihar eden bir sigortacının ölümünü araştırmasıyla başlıyor hikâyemiz. Tabii ki başkahramanımız bu ölümün şüpheli olduğunu düşünürken amirleri de dâhil olmak üzere diğer herkes bunun bir intihar olduğunu ve peşini bırakmasını söylüyor. Ve yine tabii ki başkahramanımız olayın peşini bırakmıyor, içgüdülerini takip ediyor, gizemi çözmek için elinden geleni yapıyor. Buraya kadar bir polisiye hikâyesinde alışık olmadığımız hiçbir şey yok, tabii dünyanın üzerine gelen devasa bir meteoru görmezden gelirsek. Ki inanın hiç de görmezden gelinecek gibi değil…
Aslında kitabı diğer polisiye hikâyelerden ayıran ve ona bilim kurgu dememize neden olan şey, tam olarak bu meteor. Bir ekim gününde, 2011GV isimli bir meteorun yetkililer tarafından dünyaya çarpacağını bildirildiğinde, insanlık geri dönülemez bir değişime gidiyor. Dünyada yaşayacakları günlerin kısıtlı olduğunu anlayan insanlar işlerini bırakıyor, sandıklarına sakladıkları “Ölmeden önce yapılacak 100 şey” listelerini çıkartıyor ve bir anda geri kalan hayatlarını doya doya yaşamaya çalışıyorlar.
Tabii bütün insanlar kıyamet senaryosuyla diğerleri kadar iyi baş edemiyor. Daha sonra Maia lakabını taktıkları 2011GV meteorunun dünyaya çarpacağını öğrendikten sonra dünya üzerinde suç rakamları bir anda zirve yapıyor. İnsanlar öleceklerini bile bile dükkanları yağmalamaya, kin güttüğü kişileri öldürmeye başlıyor. Başlarına gelecek felaketi unutmak için son paralarını uyuşturucuya veren insanlar, son çare olarak meteorun dünyaya çarpışını görmemek için kendi hayatlarına son veriyor. Dünyanın her yerindeki intihar vakaları hiç olmadığı kadar artıyor. Bu yüzden McDonalds’ın tuvaletinde kendini asan Peter Zell’in ölümü hiç kimsenin dikkatini çekmiyor. Başkarakterimiz Henry Palace dışında…
Söylediğim gibi Kıyamet Polisi o kadar da farklı bir polisiye hikâye değil. Onu türünün diğer örneklerinden farklı yapan şey, dünyaya çarpacak bir meteorun geri sayımıyla sizi karşılaması. Dedektif Palace, sizi Peter Zell’in intihar etmediğine ikna etmeye çalışırken, siz de diğer karakterler gibi ona şu soruyu soruyorsunuz “Ne fark eder?” Çünkü birkaç ay sonra gezenimize dev bir meteor çarpacak ve bilinen bütün yaşam son bulacakken birinin kendini öldürmesi ya da bir cinayete kurban gitmesi, ne kadar büyük bir fark yaratır? Adalet ne olursa, hangi şartlar altında olursa olsun yerini bulmalı mıdır?
Kitabın bütün bu sorulara verdiği tatmin edici cevaplar bir yana, Dedektif Palace ile vakit geçirdikçe anlıyorsunuz ki bu dava onun Maia meteoruna karşı savunma mekanizması. Herkes gibi işi bırakıp tatile gitmek, uyuşturucu kullanmak ya da intihar etmek yerine Henry Palace, elinde kalan son şeye, yani mesleğine sarılıyor ve yaklaşmakta olan mutlak sonu düşünmemeye çalışıyor. Mesleki içgüdülerle herkese Peter Zell’in intihar etmediğini, onun bir cinayete kurban gittiğini kanıtlamaya çalışsa da aslında kendisine de bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor. Sadece bunu kendisine itiraf etmesi birazcık zaman alıyor o kadar.
Bakın açık konuşacağım, Kıyamet Polisi’nin polisiye kısmı o kadar da ahım şahım bir şey değil. Dedektif Henry Palace’ın daha cinayeti işleyen adamla ilk karşılaşmasında siz olayı onun yaptığını anlıyorsunuz. Geriye sadece Dedektif’in olayı çözüp suçluyu yakalamasını okumak kalıyor. Ama tam olarak bu noktada kitabın bilim kurgu tarafı devreye giriyor ve sizi sıkılmaktan alıkoyuyor. Siz tam Maia’yı unutmuşken kitap size hatırlatıyor ve sizi sürekli diken üstünde tutmayı başarıyor. Hem bilim kurguyu hem de polisiyeyi dengede tutarak eğlenceli bir deneyim sunuyor. Hani kitapta iki türden de az az var ama ikisi birleşince harika bir hikâye ortaya çıkıyor.
Hikâyenin güzelliği bir yana, Kıyamet Polisi’nin dünya tasarımı da oldukça başarılı. Kitabı okurken gerçekten siz de an be an gök taşının yaklaştığını hissediyor, bu yüzden karamsarlığa kapılıyorsunuz. Maia’nın yaklaştığı her dakika; “Ya Dedektif olayı zamanında çözemezse, ya tam çözecekken gök taşı çarparsa?” diye düşünmekten harap oluyorsunuz. Yine de kitap bu konuda da sizi yüzüstü bırakmıyor ve kitabın sonuyla beraber oldukça tatmin oluyorsunuz.
Ben H. Winters’ın, Edgar En İyi Polisiye Roman ödüllü kitabı Kıyamet Polisi’ni ben oldukça beğendim. Gerilimi ve sürükleyiciliğiyle aktı gitti, kısa sürede bitirdim. Eğer şöyle hem çilek yiyeyim hem de muz tadı gelsin diyenlerdenseniz ve bu aralar okuyacak kitap arıyorsanız, Kıyamet Polisi şiddetle önerdiğim bir kitap. Okuyun, gelin konuşalım!