Tamam, kabul. 2010’dan sonra bir anda dört bir yanı saran Sherlock Holmes uyarlamaları içerisinde bizce de en iyisi BBC’nin Sherlock‘u. Evet, Benedict Cumberbatch bizce de muhteşem bir performans sergiliyor, Martin Freeman Doktor Watson rolüne çok yakışıyor ve Moffat‘ın Holmes külliyatını modern zamana uyarlamaktaki başarısı bizce de harika bir diziye sebep oluyor. Bunların hepsine eyvallah. Ama Sherlock bizi çok bekletiyor yahu! İki senede bir gelip, üç tane bir buçuk saatlik bölüm çıkarttıktan sonra geri gölgelere karışıyor. Hayır bir de efendi gibi de bitmiyor sezonlar, illa ki bir “cliffhanger” oluyor, bir sonraki sezonu merak ettirecek, Tumblr gençlerini coşturacak bir final yapmadan duramıyorlar. E biz ne yapacağız o iki sene içerisinde?
Cevap: Elementary. 27 Eylül 2012’de galasını CBS’te yapmış bir dizi. Muhtemelen duymuşsunuzdur. An itibaryle ikinci sezonunu kapatmak üzere. 24 Nisan’dan itibaren üç hafta üst üste son bölümlerini yayınlayıp, sezon finalini 8 Mayıs’ta yapacak. Üçüncü sezonu da garantilenmiş vaziyette. Dizinin getirdiği reytinglerden memnun olan CBS, yeni sezonun siparişini vermiş yapımcı ekibe. Başrollerinde Jonny Lee Miller, Lucy Liu, Aidan Quinn ve Jon Michael Hill boy gösteriyor. Dizinin kreatif sorumlusu da daha evvel Star Trek: Voyager, Medium ve Ringer‘da yapımcılık ve yazarlık yapmış olan Robert Doherty.
Peki Elementary’yi tüm bu Sherlock uyarlamalarından ayıran şey ne? Kağıt üzerindeki en büyük faktör kuşkusuz Watson‘ın cinsiyetinin değişmiş olmasıyla beraber Holmes’ün üssü olarak New York’un seçilmiş olması. Aslen erkek olan Doktor John Watson, Elementary için Joan Watson hâline gelmiş. Sherlock karakteri de geçmiş sorunlarından -ve ailevi problemlerden- dolayı Amerika’ya taşındırılmış, böylelikle Holmes’un pek çok yan karakteri ya İngiltere’de kalmış dostlar kategorisine tıkılmış, ya da Amerikalılaştırılmış.
Bunlar dizinin “ucuz” tabir edebileceğimiz değişiklikleri. Watson’ın kadın olması Lucy Liu‘nun rolü oynanabilmesine zemin olmak dışında pek fazla bir şey değiştirmiyor. Sherlock ve Watson ilişkis iyine özünde bir dostluk ilişkisi, hiçbir zaman romantizme kaymıyor, hiçbir zaman da kayacakmış gibi durmuyor. New York da çok bir şeyi değiştirmemiş. Diziye –Amerika’da çok tutan– polisiye dizilerin şekli şemali kazandırılsın diye Sherlock polis merkeziyle daha içli dışlı oluyor, ama burada da NYC‘nin duruma kattığı özel bir şey yok. Hayır, bu iki değişiklik Elementary’yi ekürilerinden ayırmıyor. Bunu yapan şey, dizinin aldığı bir takım kreatif karar.
Öncelikle, Sherlock’un kitaplarda bahsi geçen, BBC uyarlamasında ise sigara tiryakiliğine çevrilen uyuşturucu problemi burada çok daha büyük bir önem arz ediyor. Elementary diziyi Sherlock Holmes’ün rehabilitasyon merkezinden yeni çıkmasıyla açıyor. Watson’la karşılaşmasını da buna uyarlamışlar. Joan Watson, Sherlock’un babasının tuttuğu bir “sober companion“, yani bağımlılarla kalıp, onların tekrar uyuşturucu kullanmasını engelleyecek bir eşlikçi. Bittabi Watson ve Holmes’un ilişkisi bununla sınırlı kalmıyor, fakat ikilinin arasındaki etkileşimler üzerinden Sherlock’un bağımlılığı daha da vurgulanıyor. Buna sebep olarak da Irene Adler‘ın ölümü ve Sherlock’un ailevi problemleri gösteriliyor.
Her iki sebep de dizide zaman içerisinde daha aydınlanıyorlar, fakat bağımlılığın sebepleri ve sonuçları dizide ön plana çıktıkça, dizi kendi karakterini kazanıyor. Zaman içerisinde Sherlock‘un bir sponsoru oluyor (bilmeyenler için sponsor, kendi gibi eski uyuşturucu bağımlılarına abilik yapan, kılavuz olan tecrübeli kişilere denir), kendisi başkasına sponsor oluyor. Tabii ki arada tekrar kullanmanın ucuna geliyor, içinden geçiyor… Dizinin genel gidişatını çok büyük bir şekilde bu belirlediğinden, Elementary kendini diğer Sherlock uyarlamalarından daha kişisel bir noktada buluyor.
Bu noktada Jonny Lee Miller‘ın performansının da çok büyük bir payı var. Miller, Sherlock Holmes’ü kitapların tonundan ödünç alıp, içine biraz rock yıldızı baharatı katarak canlandırıyor. Onun Holmes’ü kitaplardaki gibi topluma mesafeli ve her şeyden önce mantıklı düşünceyi koyuyor. Ama aynı bir rock yıldızı gibi de dengesiz, karizmatik, olgunluktan uzak ve keyfi hareket ediyor. Bu ikisinin kombinasyonu bu kadar Sherlock’un olduğu yerde çok ayırıyor onun yorumunu. Robert Downey Jr.’ın Sherlock’u biraz fazla iğneleyici ve komik, Benedict Cumberbatch‘in Sherlock’u ise biraz fazla soğuk ve kaba iken, Miller bambaşka bir yol bulup, orayı net sahipleniyor.
Yazarlar da bu yolu çok güzel kazıyorlar. Herhalde yıllardır deyip duruyorum: Eğer Sherlock uyarlamalarından söz edecekseniz, lafı bir yerde House‘a da bağlamanız gerekir. House ve Holmes, sadece ismen ve oturdukları evin adresi bakımından değil, karakteristik yapıları (ileri derecede zeka, sosyal durumlara tahammülsüzlük), mesleki yaklaşımları (hem tümevarım, hem de tümdengelim) ve hızlı karakter tahlilleriyle de örtüşüyorlar. Fakat House’ın kitaplardaki Holmes’den bir farkı var. Kitaplardaki Holmes, sosyal olarak sabır gösteremeyeceği durumların içinde kendini sık sık bulsa da hiçbir zaman kaba veya agresif olmamıştı. İngilizcede “Jerk” diye bir tabir vardır ya hani can sıkan? İşte onu aslen Holmes külliyatına House ekledi.
House’un popülaritesiyle başlayan ve Lie to Me gibi dizilerle iyiden iyiye devam eden “Merkez karakteri kıl, kaba ama yine de karizmatik olan diziler” furyası Sherlock’ta da hayat bulmuştu kendisine. Benedict Cumberbatch’in Sherlock‘u, bu furyanın tam göbeğinde duruyor. Hatta yer yer House’tan da kaba, soğuk ve kıl davranışlarda bulunuyor onun Holmes’ü. Hani karakteri sevmesek, ayıplayacağımız türden hareketler. Elementary bu yolu tercih etmiyor işte. Jonny Lee Miller‘ın Sherlock’u hiçbir zaman kasten kaba değil, can yakmaya uğraşmıyor. Eyvallah, can yakmamaya da uğraşmıyor ama sadece aklındakileri söylüyor. Eğer bir şüpheliden bilgi almasına yardımcı olacağı kanaatindeyse, evet, karşısındakini paramparça ediyor, fakat vaktine değeceğini düşünmüyorsa sağa sola “Sen aslında uyuşturucu bağımlısısın”, “Senin annen seni sevmemiş”, “Sen zaten sus” gibi tespitler bağırarak dolaşma eğilimi göstermiyor.
Ve duyguları konusunda çok daha fazla dürüst. Irene Adler her Holmes uyarlamasında kendine yer bulduğu gibi, burada da buluyor, fakat Holmes tam bir Amerikan dizisi karakteri olarak bu duygularını konuşarak halletme yöntemine giriyor. Dizinin ana temalarından biri de bağımlılık olunca, Holmes sık sık “ne hissettiğini” anlatıyor Watson üzerinden izleyicilere. Bu da dürüst olmak gerekirse artık boğmaya başlayan “Soğuk, mesafeli, her adımı hesaplayan robot Sherlock” yığılmasından sonra biraz temiz bir nefes vazifesi görüyor. Diziyi de diğer Sherlock‘lardan aslında en çok bu ayırıyor.
O yüzden, hayatınızda bir 40 dakikalık diziye daha ayıracak vaktiniz varsa, bence düşünmeyin. Zaten polisiye iskeleti yüzünden yağ gibi akıp gidiyor. Yer yer haftanın garip olayı formülünden çıkıp, büyük hikayelere de girişmeye başlıyor. O zamanlarda iyice tadını almaya başlayacaksınız. Ne de olsa karşımızdaki koskoca Sherlock Holmes. Şekil de değiştirse, şehir de değiştirse en azından bir göz atılmasını her daim hak ediyor.
1 Comment
en güzel sherlock uyarlaması,bbc’nin sherlocku ayrı bir yerde ama olayların işlenmesi, cinayetlerin çözümü çok daha iyi, bbc dekilerin 3 bölüm yazdığı sürede bunlar 24 bölüm yazıyor. helal olsun valla. john noble 4.sezonda sherlock’un babası rolünde geliyormuş. özlemiştim bu adamı,,