İlla ki haberlerden takip ediyorsunuzdur. Amerika’nın popülasyonunun ciddi bir oranını ataları köle olan siyahilerin oluşturduğu kentlerden biri; Ferguson, Missouri’de birkaç gündür ciddi isyanlar yaşanmakta. Polisin gözyaşı bombalarıyla müdahalesi, TOMA benzeri araçların olaya duhulü, tam isyan teçhizatında giyinmiş güvenlik görevlilerinin milletin kamerasını kırarken görüntüleri… Amerika’ya çok yabancı, bize ise çok tanıdık gelen bir tablo bu. Daha bir buçuk sene öncesinde, Haziran ayında bizim tecrübe ettiğimiz şeyleri, çok daha düşük bir skalada ama çok daha ciddi tarihi bir geçmişin ışığında yaşıyorlar.
Peki ne oldu? Olan şu, Michael Brown isimli siyahi bir genç resmi raporlara göre “sokağın ortasında durup trafiğin işleyişini aksattığı” sebebiyle polis memuru Darren Wilson tarafından uyarıldı. Yine resmi raporlara göre Brown bu uyarıya uymadı ve polisle bir tartışmaya girdi, polisin üzerine koşmaya başladı. Brown ve Wilson arasında bir münakaşa yaşandı ve bunun üzerine polis memuru Wilson, silahını çıkartıp Brown’a ateş etti. Brown önce kaçmaya, sonra da dönüp polisin üzerine koşmaya başladı, Wilson da bunun üzerine kendisini vurdu. Sonradan ortaya çıkan güvenlik kayıtlarına göre Brown yerel bir mağazadan puro çalmıştı ve bu yüzden aranıyordu, fakat polisin de kabul ettiği üzere, Wilson Brown’ın elindeki puroları sonradan fark edip, bağlantıyı ilk uyarıdan ve ilk münakaşadan sonra fark etmişti.
Bunlar resmi raporlar. Otopsi raporları başka bir şey söylüyor. Missouri valisinin daha detaylı bir versiyonunu istediği raporlara göre Brown’a altı el ateş edilmiş. Bunlardan biri de kafasının arkasına. Brown yaklaşık bir metre doksan üç santimetre boyunda olduğu için, otopsiyi yapan şahıslar kafasının arkasına bir kurşunun isabet etmesi için Brown’ın teslim olma sürecinde olması ya da etkisiz hale getirilmiş vaziyette olması gerektiğini söylüyorlar, zira kurşunun giriş açısı; Wilson’ın boyu itibariyle iki kişi de ayaktayken ateş edilmediğini gösteriyor.
Brown’ın arkadaşı da polisin “Siktiğimin yolunu terk edin, kaldırıma çıkın” diye bağırdığını; arabayı ikilinin yanına çektiğini, kapıdan çıkmaya çalışırken de çarpıp, içeriden Brown’ı yakaladığnı söylüyor. Brown bu noktada arkadaşının ifadesine göre mücadeleye başlıyor, fakat Wilson bir el ateş ediyor. Brown kendini kurtarıp, kaçmaya başlıyor. Wilson araçtan çıkıp ateş ediyor. Brown dönüp, ellerini kaldırıyor ve polis ateş etmeye devam ediyor. Bu iki görgü tanığının da ifadeleriyle uyuşuyor, fakat olaydan sonra çekilen bir videoda sesi duyulduğu iddia edilen bir bireye göre de Brown dönüp polise doğru koşmaya başlıyor; yani elini kaldırıp öylece durmuyor. Bu da polisin resmi raporlarıyla uyuşuyor.
Ya da ben size olayı şöyle özetleyeyim.
Michael Brown silahsızdı.
Michael Brown’ın bilinen tek suçları mağazadan bir puro aşırmak ve sokağın ortasından yürümekti.
Michael Brown siyahiydi.
Ve Michael Brown’a altı el ateş edildi.
Beni özel hayatımda tanıyanlar, Amerikan sistemine objektif bir hayranlığım olduğunu bilirler. 18. yüzyılın sonlarında yaratılmış olmasına rağmen politik sistem çok az boşluğa sahiptir. Yargı, yasama ve yürütme birbirinden çok net perdelerle ayrılmıştır ve bu üç kanat birbirini ciddi bir biçimde denetler. Güçler ayrılığı kanatlar içerisinde de devam eder, yasamadan sorumlu yapılar Meclis ve Senato farklı şeylere bakarlar ve görev süreleri değişiktir. Meclis daha yerel seçilip, daha kısa sürede yer değiştirirken, Senato eyalet seviyesinde seçilir ve uzun süre hizmet verir. Böylelikle halk, hem siyasi partilerin hareketlerine sandıkta hızlıca cevap verebilir; hem de bu sırada bazıları uzun süreli projelere kalkışabilir.
Dedim ya, gerçekten hayranım Amerika sistemine. Amerikalıların özel hayatlarındaki prensiplere de hayranım. Çok çalışırsan hayallerinin gerçek olacağına inanan, bağımsızlık bildirgesinde insanların yadsınamaz hakları arasında mutluluk arayışını da belirten, ne yaparsa yapsın yaptığı şeyi düzgün icra etmenin erdemine inanan bir millet Amerikalılar. Aynı zamanda dramatikler de, yaptıkları, yaşadıkları her şeyi bir hikayeye bağlamaya eğilimliler. Onları sanatta bu kadar dominant yapan şey sonuncu söylediğim; spor, bilim ve teknolojide bu kadar ileri yapan da ilk söylediğim şey zaten.
Bunları dışarıdan değil, bir dönem Amerika’da yaşamış biri olarak söylüyorum. Bunun üzerine, bu gözlemleri daha da pekiştirecek araştırmaları; çalışmaları sonradan okuduğum Uluslararası İlişkiler dersinde Amerika üzerine aldığım derslerde yaptım. Ve yine bu konuya az buçuk hakim bir insan olarak, şunun altını çizme ihtiyacı hissediyorum: Amerika’nın bütün bu iyi yönlerinin arasında, iç siyasetinde çözemediği ve bir utanç lekesi olarak hanesinden silemediği iki şey var.
Silahlanma fetişleri.
Ve ırkçılık.
Ferguson isyanları bambaşka bir boyut aldı, gelen haberlere göre birçok kişi sadece yağmaya ve yakıp yıkmaya katılmak için olaya müdahil oluyor. Bir bölüm insanın mağazaları korumak için çaba gösterdiği de söylenenler arasında. Artık olayın temelinden çok, atılan biber gazı; yağmalanan mağazalar konuşuyor. Bunun bize tanıdık geliyor olması lazım. Bizde de Gezi, orta sınıf insanların bu ülkede nefes alamamaları yüzünden doğup, polisin orantısız müdahalesiyle konu değiştirmişti. Biz, bir süre daha bu ülkede bazı çevreler için yaşanan haysiyet erozyonunu konuşmaya devam etmiştik; daha doğrusu başbakanımız o çevreleri günaşırı televizyondan kalayladığı için unutmamız kolay olmamıştı.
Ama Amerika unutuyor. Columbine’dan, Sandy’den, The Dark Knight Returns gösteriminde yaşananlardan sonra da unutmuşlardı. Trayvon Martin’den, 92 Los Angeles ayaklanmalarından sonra da unuttular. Çünkü Amerika üç yüz senelik bir devlet olmasına rağmen, bu iki meseleyle baş etmek konusunda henüz ergenlik çağına bile ulaşmadı. Silahlanma, zaten konuşulması tabu bir şey. Anayasal bir hak olarak kabul ediliyor, çünkü üç yüz sene önce İngiliz hükmünden yeni çıkmış ve bunu çoğunlukla halk silahlanmasıyla yaşamış insanların yazdıkları kelimeler gökten inmiş gibi kutsal kabul ediliyor. Ama siyahilerin o ülkede yaşadıkları, her ne kadar bir süredir üzerinde konuşulmuş olsa da, hâlâ sorun olmaya devam ediyor.
Buna bakarken, bu ülkede kölelik kalkalı sadece 150 sene olduğunu unutmamakta fayda var. Louis CK’in dediği gibi, bu “iki tane 75 yaşındaki teyzenin arka arkaya yaşayıp ölmesi” demek. Yine üstat Louis’nin kelimeleriyle, saçları biraz aklamış siyahilerle konuşurken, onların beyazlarla aynı tuvaleti kullanamadığı ve otobüste onlara yer vermesinin mecburi kılındığı günleri hatırladığını da anımsamak gerek. Bu ülke siyahilerle olan mücadelesini tamamlamanın yakınından bile geçmiş değil, çünkü beyazların onları tıktığı döngü; bu meselenin tamama ermesinin önündeki en büyük engel.
Amerika’nın vakti zamanında ırkçılık, ölüm ve dışlanmayla sınanmış diğer azınlıkları bugün görece daha iyi bir yerdeler. Asya kökenliler demiryolu inşaaları süresinde olanları unutmadılar ve unutmayacaklar da, ama bugün herhangi bir Amerikalı bir Asya kökenli insanı yüksek bir mertebede görse şaşırmaz. Hispanikler uzun süre yasadışı kaldılar fakat dilleri artık neredeyse Amerika’nın ikinci dili kabul ediliyor. Bunun sebebi basit; siyahiler uzun süre bedava iş gücü olarak görüldüler ve toprak sahiplerinin kâr marjı için önemli bir dişli konumundalardı. Bu konumun meşrulaştırılması için siyahilerin maymundan farksız olduğu, beyazların onlara karşı “onları eğitmek ve medenileştirmek” için bir yükümlülük sahibi olduklarına dair çok şey söylendi, hatta siyahilerin beyazlardan aşağıda olduğunu kanıtlamak için bilimsel argümanlar dahi sunuldu.
Ve siyahiler kölelik kalktıktan sonra dahi, bu argümanların altında ezildiler. Ekonomik sisteme dahil edilmediler, uzun süre boyunca bulabildikleri tek iş ya kölelikten bozma kahyalık, bakıcılık, rençberlik tipi şeyler oldu, ya da askere alındılar. Ekonomik sistemin dışında kaldıkça da, suç dünyasına dahil oldular; çünkü merkez onları içine almayınca çeperden başka kaçış noktaları kalmamıştı. Böyle olunca, beyazlar kendi argümanlarını olumlamak için eşsiz bir fırsat buldular.
Anlayacağınız, önce “siz aşağısınız” deyip, çepere ittiler, sonra da çeperde olduklarını gösterip, “gördünüz mü bak, aşağısınız işte” dediler.
Ya da şöyle diyeyim.
Bugün bir siyahi gördüğünde yolunu değiştirenler, kafasında kapşonuyla gezen bir siyahi genci vurma eğilimi yüksek olanlar, sadece yolda trafiği durduruyor diye altı el ateş edecek gaddarlığı kendinde bulabilenler bunu siyahilerin toplum içindeki konumu dolayısıyla yapıyorlar.
Siyahileri o konuma tıkan ise bizzat kendileri.
Şimdi Ferguson’da ne olacağını bilmiyorum. Fakat YouTube yorumlarını, olayla ilgili makaleleri okudukça, ümidim kırılıyor. “E polise koşmasaydı” diyen de var, “üzgünüm ama bir hırsıza sempati duyamayacağım” diyen de var.
Pek duyulmaz ama, bu buradan benim ilanımdır.
Ben polise doğru da koşmuşluğu, mağazadan bir şeyler de yürümüşlüğü olan bir insan olarak ikinci otopsi raporu ne söylerse söylesin, hukuki süreç sonunda ne doğurursa doğursun, sonuç ne olursa olsun polisi haksız görmeyi bırakmayacağım. Brown beyaz bir genç olsaydı, o altı el ateşi yemeyeceğini biliyorum. Eline silah verdiğiniz kişilerin kişilikleri ve karakterleri oturmadığında, ne gibi sonuçlar doğurabileceğini birinci elden; yirmi üç yıldır yaşadığım ülke içerisinde görebiliyorum. Metin Göktepe, Ethem Sarısülük ve Michael Brown aynı kurşunu yediler aslında. Sıkan el aynıydı. Sonunda olanlar da, muhabbetin kaydığı nokta da aynıydı.
Polis İstanbul’da da aynıydı. Görünen o ki, Ferguson’da da aynı. Çeper insanlar, sistemin dışına itildikten sonra sistemin dışında olduğu için itilip kakılan insanlar; İstanbul’da da aynı, Ferguson’da da aynı.
Bazı şeyler dünyanın hiçbir yerinde değişmiyor.
Ama Michael Brown’lar ölmeye hep devam ediyor.