Bakın, şimdi size kuvvetle muhtemel çok acayip gelecek bir şey söyleyeceğim: Fifty Shades of Grey’i okudum ve izledim. Okudum, çünkü bu tip evrensel olarak gömülen eserleri tüketmeyi iki sebepten seviyorum. Birincisi, iyi şeyin kıymetini daha çok bilmeme sebep oluyorlar. İkincisi de gömüşe ağız dolusu katılabiliyorum böylece. İzledim, çünkü gördüğüm şeyin okuduğum rezalet kadar berbat olup olmadığını gözlemlemek istiyordum. Değildi.
Filmin yapım sürecinin, yazar E.L. James ile yönetmen Sam Taylor-Johnson arasında kavgalarla geçtiğini şu an biz biliyoruz. Benim tahminim, hani böyle şeylerin spekülasyonu yapılmaz belki ama, filmi izlerken iyi ne varsa Taylor-Johnson’dan, kötü ne varsa da E.L. James’in sette fırlattığı kaprislerden geldiği yönündeydi. Çünkü neticede biri berbat işler yapmıştı önceden, biri ise saygın bir yönetmendi. Zaten ikinci filmin senaristliğini James’in kocasına verince, bu teori ispatlandı bir anlamda.
Filmin yönetmenliğini de James Foley’ye verdiler, ki kendisi kariyerinde öyle enteresan bir noktada da değildi açıkçası. Heyecan verici bir isim de değildi. Dolayısıyla kendi kendime, amatör bir merakla cevabını aradığım bir soruydu “Daha ne kadar kötü olabilir ki?“. Çünkü bir yandan, Fifty Shades Darker’ın kitabını da okumamıştım zaten. Sonra fragmanı izledim. Hızımı alamadım. Wikipedia’dan kitabın bir özetini de okudum. Cevabı veriyorum arkadaşlar: Tahmin bile edemezsiniz.
İlk film zaten hesapta dom-sub ilişkisi üzerine cayır cayır erotizm döken bir şey olacakken, 2 saatlik kontrat müzakeresi olabilmişti ancak. Bu film ikinci kitap çok daha moron olduğu için, iyice bu noktada kötü kötü olacak gibi duruyor. Bir de “Mrs. Robinson” rolüne –çünkü gençken Grey’i baştan çıkarmış, ve yazar kopyaladığı karaktere o karakterin ismini lakap olarak koyacak kadar kıt– Kim Basinger’ı koyup onu da bir harcamışlar. Neyse efendim, ben fragmandan çok Wikipedia’da okuduklarıma yandım biraz. Siz fragmanı yine de bir izleyin isterseniz. Ya da bilmiyorum, belki gününüz güzel geçsin istiyorsunuzdur falan.