Yazan: Tunahan Karabıyık
Auteur kuramı, sinema için ilk olarak 1950’li yıllarda Fransa’da Chaiers du Cinema dergisi etrafında toplanan bir grup sinema eleştirmeni tarafından geliştirildi. Auteur kavramı, tekelleşmiş Amerikan sinemasına bir tepki olarak doğdu diyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle Avrupa’da durgunluk yaşayan sinema sektörü, savaşa geç dahil olan Amerika’da gelişimini sürdürdü ve 1950’lere gelindiğinde artık sipariş üzerine filmlerin çekildiği, neredeyse hiçbir sanatsal niteliği, dili ve özgünlüğü olmayan bir sektöre dönüştü. Sektörün yaşadığı bu çıkmaz sırasında, içlerinde François Truffaut, Andre Bazin gibi isimlerin bulunduğu bir grup sinema eleştirmeni, auteur kuramını Amerikan sinema endüstrisine boyun eğmeyen, filmleri ticari olarak değil; dil yetisine sahip, kişiliği olan bir sanat olarak gören yönetmenler için kullanmaya başladı.
Auteur kuramının en büyük destekçilerinden biri olan Amerikalı film eleştirmeni Andrew Sarris’e göre, auteur bir yönetmende olması gereken üç temel özellik şöyle: Teknik ustalık, kişisel stil ve içsel anlam. Andre Bazin, Sarris’in bu üç temel özelliğine ek olarak tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel eleştirinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini savunur. Truffaut ise auteur yönetmen ifadesinin Türkçe karşılığı olan yazar yönetmen terimi üzerinde durmaktadır. Auteur bir yönetmen, filmin yazımından castingine kadar her aşamada kontrolü elinde bulundurmalıdır ve bu kontrolün ekseninde kendine özgü bir sinema dili oluşturmalıdır. Elbette ki film çekmek bir ekip işi fakat bu ekibi organize eden, yönlendiren ve hatta ekibe sanatsal bir nitelik kazandıran kişi yönetmendir. Bu yüzden kontrol daima onda olmalıdır.
Auteur yönetmenler sinemaya bir kimlik kazandırdılar ve hatta belki de sinemanın yedinci sanat olmasını sağladılar. Auteur yönetmenlere Hitchcock, Bergman, Kubrick, Tarkovsky, Fellini, Kurosawa ve Jean Renoir gibi yönetmenler örnek verilebilir. Günümüz sineması için David Fincher, Tarantino ve Paul Thomas Anderson, auteur yönetmene verilebilecek en iyi örneklerdir. Türk sinemasında da bu açığı dolduran Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz gibi önemli isimler var elbette.
Alfred Hitchcock
“Oysa bir filmde, yönetmen Tanrı’dır.”
(François Truffaut – Alfred Hitchcock s.94)
Literatüre MacGuffin terimini katan, Psycho (Sapık), Rear Window (Arka Pencere), North by Northwest (Gizli Teşkilat) gibi sinema tarihine yön veren filmlere imza atan Hitchcock, kuşkusuz auteur yönetmen kavramı için biçilmiş kaftan. O, siparişler üzerinden işleyen Amerikan sinema endüstrisine rağmen auteur olmayı başarabilmiş nadir insanlardan birisi. Chaiers du Cinema dergisinde eleştirmen olarak bulunan François Truffaut ve onunla birlikte çalışan diğer eleştirmen arkadaşları, Hitchcock’un Amerikan sineması için bir istisna olduğunu özellikle vurguluyorlardı. Genelde “Pulp Fiction” romanları sinemaya aktarmayı tercih eden Hitchcock, filmin senaryosundan tutun da oyuncu seçimine dek her şeyi kontrol ediyor ve yönetiyordu. Hatta yapabildiği ilk fırsatta filmlerini kendisi finanse etmeye başladı ki onu kısıtlayan, sanatını engelleyen hiçbir etken kalmasın.
Ingmar Bergman
“Benim yaptığım filmler tamamen kendim için yapılmış filmlerdir, bazı bakımlardan bir ressamın kendisi için yaptığı bir tablo ya da bir yazarın kendisi için kaleme aldığı bir kitap olarak görüyorum onları.”
(Ingmar Bergman – Sinematografi İnsan Yüzüdür s.62)
Avrupa sinemasını 60’lı yıllarda büyük ölçüde etkisi altına alan İsveçli yönetmen ve oyun yazarı, günümüzde hâlâ kalitesini koruyan onlarca film yaptı. Filmlerinde cesur konuları işlemekten asla kaçınmadı. The Winter Light’da (Kış Işığı) Tanrı’yı sorguladı, muhafazakar kesimin yoğun olduğu bir dönemde Through a Glass Darkly (Aynanın İçinden) filminde hem Tanrı’nın sessizliğiyle uğraştı hem de ensest ilişki göndermeleri yaptı; yine aynı dönemlerde The Silence (Sessizlik) gibi içerisinde çıplaklığın bolca bulunduğu bir film çekti. Eleştirildi fakat özgürlüğünden asla taviz vermedi, filmlerine her zaman kendi üslubunu kattı. Özgürlüğü çerçevesinde sinema tarihine adını, diğer auteur yönetmenlerle birlikte yazdırdığına şüphe yok.
Stanley Kubrick
Sinemaya biraz ilginiz varsa Kubrick’in çalışması ne kadar zor bir yönetmen olduğunu okumuş ya da duymuşsunuzdur. İnsanların onunla çalışmakta zorlanıyor olmasının en temel nedeni elbette auteur olmasıydı; kontrolcü ve mükemmelliyetçi yapısı, insanların ondan bıkmasına neden oluyordu. Amerika’da yaptığı son filmi Spartacus’ten sonra, burada stüdyoların kontrolü eline vermeyeceğini anladı ve İngiltereye taşındı. Bilim-Kurgu sinemasına yön veren, vizyona girdiğinde eleştirmenlerden büyük tepki toplayan 2001: A Space Odyssey’i yapmasına, The Shining’i çekim sırasına göre değil de sahne sırasına göre çekmesine, Eyes Wide Shut filminin çekimlerinin neredeyse 4 yıl sürmesine ve daha nicesine sizce herhangi bir Amerikan stüdyosu izin verir miydi? Cevap tabii ki hayır. Kubrick, auteur bir yönetmen olabilmek için Amerika’da kalmadı ve bu sayede dünün, bugünün ve yarının sinemasına çok büyük şeyler kattı.
Auteur Filmler Sinemayı Nasıl Etkiledi?
Büyük buhranlar her zaman dönemin hakim sanatını ve toplumun bakış açısını etkilemiştir. Auteur kavramı henüz sinema literatüründe kendine yer bulmadan önce de D.W. Griffith, Charlie Chaplin, Buster Keaton gibi auteur sayılabilecek insanlar vardı fakat nasıl ki sosyoloji bilimi yüz yıllardır var olmasına karşın resmiyet kazanmak için Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi önemli ateşleyici sebeplere ihtiyaç duyduysa, auteur kuramının da İkinci Dünya Savaşı’na ihtiyacı vardı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sinemada etkisini arttırmaya başlayan auteur kuramı, günümüz sinemasına çok büyük katkı sağladı. Auteur yönetmenler olmasaydı, bugünün sineması sizce nasıl olurdu? Yukarıda başlıklar hâlinde değindiğimiz yönetmenler üzerinden auteur kuramının katkılarını inceleyelim. Hitchcock eğer bu özgürlüklere ve kontrole sahip olmasaydı hâlâ geçerliliğini koruyan MacGuffin kuralını sinemaya katabilir miydi? Ya da korku ve gerilim arasındaki farkı özetleyen “masanın altındaki bomba” tekniği, bugün olur muydu? Peki ya varoluşçu sinemaya yaptığı katkıları yapabilir miydi Bergman, özgür olmasaydı eğer? Oda üçlemesini (Through a Glass Darkly, The Winter Light, The Silence) istediği gibi çekmesine izin verilmeseydi, bugün onun sinemasını hâlâ bu kadar etkin buluyor olur muyduk? Yaptığı her işte yüzde yüz kontrol sahibi olmak isteyen Kubrick, auteur bir yönetmen olmasaydı, bugün Interstellar gibi filmlerin önü açılabilir miydi? Tüm bu soruların cevabı elbette hayır ki bu soruları birçok auteur yönetmenin sinemaya kattıkları üzerinden çoğaltabiliriz.
Auteur yönetmenler ve filmler asla yalnızca kendi dönemlerine kısılıp kalmazlar, her dönemin yönetmeni/filmidir onlar. Özgür olmadan hiçbir sanatçı tam verimlilikle üretimini gerçekleştiremez. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk katında, bir sanatçı için özgürlükten başka bir ihtiyaç olduğunu sanmıyorum ve auteur bir yönetmen olabilmek için en temel gereklilik, özgürlüktür.