Baştan bir şeyi söyleyelim: biz bugün soluksuz Zootropolis öveceğiz. Bunu bir yerden para aldığımız, bir sponsorluğumuz olduğu için değil. Filmi seyrettiğimiz, kalbimizin çok özel bir yerine dokunduğunu hissettiğimiz ve samimiyetle herkesin de bu tecrübeyi yaşamasını istediğimiz için yapacağız. Filmin hissiyat ikamesi olan müzikleri zaten şurada listeledik. Sahip olduğu müthiş buddy cop damarı da nerelerden miras aldığıyla şurada anlattık. Filmi iyi yapan unsurları merak ediyorsanız da, kendileri şuradalar. Bu yazıda ise, farklı bir tarafından söz edeceğiz. Bizce filmi en kıymetli kılan yönünden. Mesajından.
Spoiler vermek gibi bir niyetim yok, o yüzden yazıyı, filmi izlemediyseniz de gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Ama birkaç şeyi de söylemem gerekiyor. Zootropolis, sakinlerini tamamen hayvanların oluşturduğu bir dünyada geçiyor. Evren içerisinde, hayvanların bizim bildiğimiz anlamıyla hayvan gibi oldukları bir dönem mevcut, bu döneme atıfta bulunuluyor. O dönemden, filmde gördüğümüz modern ve kozmopolit topluma geçiş yapılırken eski bir ayrım da taşınmış bu yüzden. Zootropolis’in hayvanları, gerçek dünyadaki gibi, ikiye ayrılıyorlar. Yırtıcılar, ve av hayvanları. Predator, ve prey.
Film bunu çok muazzam bir şekilde hikayesine yediriyor. Bundan çıkarttığı ilk şeyle, daha henüz filmin başında tanışıyorsunuz. Bizim dilimize bir türlü doğru düzgün kazandıramadığımız, bullylenme, yani eziklenme, taciz edilme, onur kırıcı şekilde rahatsız edilme meselesini, hayvanlar aleminin bu iki kategorisi üzerinden yapıyor. Bir tilki, esas karakterimiz olan tavşanı, pek çoğumuza çok tanıdık gelecek bir şekilde bullyliyor filmin başında. Film burada, daha ilk sahnesinden, bu travmatik mesele üzerine anlamlı bir şeyler söylemeye başlıyor mikro seviyede. Özgüven sahibi olma, başkalarının seni çektiği seviyeyi kendininki olarak görmeme, vazgeçmeme…
Ama sonra, gerçekten bir balerin zerafetiyle bu tespitini makro seviyeye çekiyor. Orada bullylenen tavşanımız Judy Hopps, polis olmaya takıyor kafasını; ancak yırtıcı olmayan hiçbir hayvanın polis olduğu görülmemiş. Film burada sistematik ayrımcılığın, o ayrımcılığa maruz kişiler için ne kadar yıpratıcı olabileceğini söylüyor. Devlet dairelerinde yükselememek veya belirli mevkilere gelememek gibi çoğunluğa mensup pek çok kişinin belki umursamayacağı şeylerin, esirgendiği için dışarıda kalanlara ne kadar kıymetli olduğunu söylüyor. Bunun altını çiziyor.
Hopps ilk önce, bu konudaki önyargıyı kendi polis akademisinde yıkmak için bir mücadele veriyor yani. Film bu noktada bir laf arasında espriyle, paralelliğini ne üzerine kurduğunu da gizlemiyor. Hopps kendisiyle ilk defa tanışıp, “şeker” diye hitap eden polis memuruna, “Ya bilmiyordun sanırım ama, tavşanlar tavşanlara şeker diyebilir, ama tavşan olmayanlar diğerlerine şeker deyince, şey oluyor biraz” diyor. Bu şüphesiz Afro-Amerikan toplumunun malum kelimeyle olan ilişkisinin bir analojisi.
Bu noktada “tamam” diyorsunuz. Hazır Ferguson falan olmuş, Amerika’da ırksal gerilim doruk noktada, film bunun üzerine basmakalıp bir şeyler söyleyip, kapatacak mevzuyu. Öyle yapmıyor. Çok eşsiz, muhteşem bir şeye geçiş yapıyor Zootropolis: Tüm önyargıyı karşısına alıyor. Filme ikinci tilki karakterimiz, Nick Wilde dahil oluyor bir anda. Ve film akabinde, ana konusuna geçiş yapıyor. Ve iki şey üzerinden de, bu sefer yırtıcı hayvanlara yönelik olan önyargı ve stereotipleştirmeyi anlatmaya, bunu sert bir şekilde eleştirmeye başlıyor.
Film bir anda, hiç haber vermeden, hiç de ihtimal vermediğiniz bir dakikada; bunlardan kuvvet alarak zalime zulmetmeyi de ağır bir nefeste yerin dibine sokuyor. Hiç affı yok üstelik bu konuda, hiç boşluk bıraktığı bir nokta yok. Film benim bugüne kadar gördüğüm, ayrımcılık karşıtı tüm işlerde var olmayan, eşsiz ve inanılmaz zekice bir noktayı yakalıyor. Önyargının, ayrımcılığın, stereotipleştirmenin birbirini beslediğini, besleyerek büyüttüğünü, çift taraflı acıttığını ve kimsenin elinde meşru olmadığını güler yüzle, arada Shakira şarkısı çalıp, tembel hayvan esprisi yaparak veriyor. Bir tilki ve bir tavşan üzerinden, bu müthiş film, nefret nefreti doğurursa, nefes almaya yer kalmaz diyor. Sizin nefret ettiklerinizi de, nefret doğurdu, herkesi aynı kağıda yazmayın diyor. Size yapılanlar, yapanlara aittir; bunları alıp da herkese mâl etmeyin diyor.
Ve bence, bu dediklerini Türkiye’deki her çocuğa, mecburi eğitim olarak dinletmek lazım.
Amerikan sinemacılarının bunu Ferguson ve sonrasında gerilen ırk ilişkilerini gözeterek yazdıkları çok açık. Ve o şablon üzerinde gerçekten tereyağı gibi kayıp gidiyor Zootropolis’in mesajı. Ama ben inanıyorum ki, niyetlenmeden, Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu duruma da özel yontulmuşçasına oturan bir film yapmışlar. Gerçekten, Türkiye’de şu an soluk almayı zorlaştıran ne kadar unsur varsa, her birini karşısına alıyor Zootropolis. Güldürerek, eğlendirerek, her birini tek tek anlatıyor, ayıplıyor, aksine inandırıyor.
Kürt’ü, Türk’ü; Sunni’si, Alevi’si; dindarı, ateisti; İslamcı’sı, Kemalist’i… Çok uzun zamandır, farklı ikili kombinasyonlarla yaşayan bir ülkeyiz. Bu ikili kombinasyonların ortasından çok uzun bir süre önce hürmeten bir ortak yaşam bağı akıyordu, üç yıl önce koltuğun sallantıda olduğunu görenler, iktidar aşkıyla bunu da koparmaya yürüdüler. O gün bugündür de, sadece birbirinin zihnindeki stereotiplerden ibaret bir ülkeyiz. Bir berimizi başka bir şekilde göremiyoruz. Siyasi ya da ideolojik eğilimimize dair en ufak bir emare, paket yargılanmalara sebebiyet veriyor. Bu o kadar uzun zamandır oluyor ki, o paket yargılanmalara kendimiz de inanmaya başladık üstelik.
Bunları herhangi bir tarafı haklı bularak söylemiyorum. Zootropolis de söylemiyor zaten. Film ayrımcılığı kimin yaptığını umursamıyor, önyargıların kimi harcadığının çetelesini tutmuyor, stereotipler kime ait düşünmüyor. “Hepsini bir köşeye atmak mümkün” diyor sadece. Hepsinden silkinmek mümkün. Karşındakini bir insan olarak görmek mümkün. Geçmişinden, eğiliminden, senin onunla ilgili başka şeylerden gelen görüşünden ayırıp algılamak mümkün. “Ve bu” diyor film, “yaşamanın tek yolu. Aksi takdirde, ötekisi yaşamak değil zaten. İç içe geçmiş, karman çorman, kapalı ve saçma bir yumak sadece.”
Katılırsınız, katılmazsınız; bilmiyorum. Filmi beğenip beğenmeyeceğinize de dair bir iddiada bulunamam, kendiniz karar vermelisiniz. Ama sizden ricam, lütfen, şöyle münasip bir seansına, küçük kardeşinizi, kuzeninizi, yeğeninizi falan alıp gidin. Konuşan arabalar, zıplayan dinozorlar, unutkan balıklar zaten cepte. Onlar her günün matinesi. Ancak Zootropolis gibi, gerçekten ağacı yaşken eğip, dünyayı logartimik olarak daha iyi bir yer yapacak film az geliyor. Kaçırmayın, kaçmasına da izin vermeyin…