Evde canınız sıkıldı ve kendinize şöyle güzel bir dizi açtınız. İlk gördüğünüz şey yerde yatan bir ceset. Daha sonra, cesedin etrafında dolaşan polisleri görüyorsunuz. Herkeste ölümün verdiği büyük bir gerginlik var, halk cesede bakmak istiyor ama barikatlardan geçemiyor. Aklınızda bir sürü soru var; ceset kim, neden öldürülmüş ve tabii ki en büyük soru katil kim? Bu soruları ekranınızdaki karakterler de soruyor ama onlar da cevapları bilmiyorlar. Herkesin gözleri bu olayı çözecek adamı arıyor, onu bekliyor; bir taraftan da “Bunu çözse çözse Dedektif çözer” diyorlar. O sırada bej trençkotuyla herkesin bahsettiği dedektifimiz sahneye havalı bir giriş yapar ve bütün gözler ona döner. Gördünüz mü? Hikâye şimdiden ilginizi çekti, merak ediyorsunuz. Aklınızdaki sorulara bir yenisi ekleniyor: Kim bu dedektif?  Ve neden bu kadar ilgimizi çekiyor? Bütün bu sorulara geçmeden önce birazcık geriye götüreceğim sizi; tarihteki ilk dedektifin hikâyesinden bahsedeceğim.

Tarihler 18. Yüzyılın sonlarını gösterdiğinde Fransa halkı büyük bir kıtlığın içerisindedir. Halk, ekmek bulamadığı için iyice sinirlenmekte ve yavaş yavaş Fransız Devrimi’nin tohumlarını atmaktadır. Bu yıllarda bir fırıncının çocuğu olarak dünyaya gelen Eugene François Vidocq, ülkesinin içinde bulunduğu kötü dönemden nasibini almış ve daha küçük yaşından itibaren hırsızlığa başlamıştı. Bu hırsızlıklarını daha da ileriye götüren Vidocq, kendi ailesinden çaldığı eşyalarla yakalandığında ise sadece on üç yaşındaydı. Hayata güzel başlamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım.

Vidocq’in güzel başlamayan hayatı aynı şekilde devam etmişti. Birçok kez hapishaneye girmiş, firar etmiş ve tekrar tekrar hapishaneye geri getirilmişti. Sürekli kaçmaktan ve sürekli hapishaneye geri dönmekten yorulan Vidocq, 1809’da 34 yaşında iken bir polis memuru olan Jean Henry’e ulaştı ve suçlarının affedilmesi karşılığında bir polis muhbiri olmayı kabul etti. Böylece Vidocq, önce hapishaneden kimlerin kaçış planları yaptığını polislere ihbar ederek özgürlüğüne kavuştu, daha sonra ise Paris’in yeraltı dünyasındaki bütün kirli işleri raporlamaya başladı. Elbette işlerinin bir şekilde ters gitmeye başladığını anlayan mafya liderlerinin parmaklarının Vidocq’i göstermesi çok uzun sürmedi. Böyle devam ettiği sürece en değerli muhbirini kaybedeceğini anlayan Jean Henry, tarihteki ilk gizli dedektif kurumu olan Brigade de la Surete’i kurdu ve Vidocq’i de ilk özel dedektif olarak tarihe geçirdi.

Eugene François Vidocq

Tarihin yanlış tarafında başlayan hayatı bir şekilde Vidocq’u tarihin en büyük adalet ikonlarından birine dönüştürmüştü. Vidocq özel dedektif olarak geçirdiği süre boyunca kendisi gibi suçlu geçmişi olan insanları işe alarak suçluları yakalamada onlardan yardım aldı. Sonuçta bir suçlunun ne yapacağını başka bir suçludan daha iyi kim anlayabilirdi, öyle değil mi? Ama Vidocq’un suçluları yakalamadaki tek yeniliği başka suçlulardan yardım almak değildi. Kendisi şimdi de kullandığımız bir sürü yeniliğin mucidi olarak tarihe geçti.

Ahlaki olarak birazdan söyleyeceğim şeyin acımasız bir önyargı olduğunu kabul etsem de Vidocq, bir suçlunun her zaman potansiyel olarak suçlu hâlini devam ettireceğine inanıyordu. Bu yüzden yakaladığı insanların karşısında saatler geçirerek onların hareketlerini ve davranışlarını inceliyor, fotografik hafıza dediğimiz şeyi yaratıyordu. Böylece şehirde işlenecek bir sonraki suçun görgü tanıklarından aldığı ifadeler ile hafızasındaki bu kişileri karşılaştırıyor ve sonuca diğer polis teşkilatlarından çok daha hızlı ulaşıyordu. Hafıza tekniğini daha da ileriye götürerek adalete teslim ettiği her suçlu için bir kayıt oluşturmaya başlamış ve tarihteki ilk suçlu veri tabanını oluşturmuştu. Kendisi ayrıca bir soruşturmada ilk kez balistik inceleme yapan ve kimyasalların yardımına başvuran dedektif olarak da adalet sistemine inanılmaz büyük bir katkı sağladı.

Böylesine yaratıcı bir adamın diğer yaratıcı insanları etkilememesi imkânsız öyle değil mi? Bazıları bizzat kendi dostları olan birçok yazar, Vidocq’dan esinlenerek birçok karakter yaratmışlardır. Balzac’ın Sönmüş Hayaller’indeki Vautrin, Alexander Dumas’ın Parisin Gizemleri’ndeki Rodolphe de Gerolstein, Victor Hugo’nun Sefiller’indeki her iki başkarakteri Jean Valjean ve Dedektif Javert ve son olarak Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti kitabındaki C. Auguste Dupin, Vidocq’dan esinlenerek yaratılmış karakterlerden yalnızca birkaçıdır. Bütün bunların yanı sıra Vidocq’un tarihteki en büyük dedektif karakteri Sherlock Holmes’e dolaylı yoldan ilham kaynağı olduğunu söylememin gereği yoktur sanıyorum.

Gérard Depardieu’nun 2001 yılındaki Vidocq filminden

Peki, dedektifliğin özüne döndüğümüz tarih yolculuğumuzdan sonra şimdi asıl sorumuza gelelim; neden dedektifler bizim ilgimizi bu kadar çekiyor? Bunun sırrı aslında biraz Vidocq’un hikâyesinde yatıyor.

Diğer adalet koruyucularından farklı olarak dedektifler tam olarak beyaz ya da tam olarak siyah karakterler değiller. Onlar her zaman gri alanda yer alıyorlar. Birçok kurgusal dedektif için “Eğer dedektif olmasaydı çok iyi bir suçlu olurdu” ibaresi kullanılır ki bu da aslında Vidocq’un hayat hikâyesinden baz alınmış bir ifadedir. Karakterlerin bu gri alanda gidip gelmesi, izlediğimiz film ve diziler içerisinde bir tezat yaratarak hikâyenin her zaman canlı kalmasını sağlıyor. Böylece bu durum, daha dizinin başından itibaren dedektifimizin bir kahraman mı yoksa kahraman görüntüsü altında gizlenmiş esas suçlu mu olduğunu kestiremeyen bizlerin ekranların başından ayrılmamasını sağlıyor.

Diğer polis memurlarının aklına gelmeyen yöntemlerle suçları aydınlığa kavuşturması, bir dedektifin olmazsa olmazıdır. Bu özel yöntemler, bazen teknolojik gelişmeleri amacından farklı şekilde kullanmak bazen yeni buluşlar icat etmek bazense insan zihninin hiç olmadığı gibi kullanılarak suça farklı bakış açılarıyla yaklaşmak olabilir. Bu şekilde dedektif neden bu iş için kendisinin kalifiye eleman olduğuna ve neden ona ihtiyaç duyduğumuza bizi ikna eder. Ama bunlar için de dedektifimizin bir başka özelliği daha olmak zorundadır. Bu özellik de pek tabii ki dedektifimizin ortalamanın çok çok yukarısındaki zekâsıdır.

L’Empereur de Paris filminden Vincent Cassel’ın canlandırdığı Vidocq

Bir dedektiflik dizisinin ilgi çekebilmesinin yegâne unsuru, zekâdır. Hem suçun işlenişinin hem de dedektifimizin bu suçu çözüme kavuşturmasının ince bir zekânın ürünü olması gerekir. Aksi takdirde izleyenler olarak biz ekranlarımızın başında bir yandan sıkılırken, bir yandan da “Ee madem bu kadar basitti neden bu özel detektife gerek duydular?” diye söylenmeye başlarız. Dedektifimizin bahsettiğimiz bu zekâsı ona fotografik bir hafıza,  mükemmel bir analiz ve kimsenin göremediği ayrıntıları görme yeteneği verir. Bu da onu diğer karakterlerden daha ilgi çekici hâle getirir ve bizlere olayları izlememiz için birkaç keyifli saat vaat eder.

Böylece başlangıçta bir cinayet gibi karamsar bir olayla açtığımız yazımız, bizi, önce küçük bir tarih dersine daha sonra ise kısa bir karakter analizine götürdü. Eh birazcık ortalığı dağıttığımızı söyleyebilirsiniz ama iyi bir dava asla tam olarak dağılmadan toplanmaz, öyle değil mi?  

Author

Kalabalıkta sesini kaybetmemek için içerik üreten biri. Her ateşin iyi bir hikâyeye ihtiyacı olduğunu düşünür. Film, kitap, dizi, karikatür oyun ve müziğin her türlüsüne ilgisi vardır ama parası yoktur. Onu her yerde "Tavşan" diye çağırabilirsiniz.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.