Şüphesiz ki dünya şimdikinden daha farklı bir yer iken, post-sinema salonu hissi vardı, hatırlar mısınız? Uyuşmuş bacaklarla acayip bir deneyim yaşamış olarak karanlık salondan çıkmak epey güzeldi. Şimdilerde ufukta böyle bir deneyim gözükmüyor. Ama örneğin, patlamış mısır kokusu ve otel reklamı sesleri arasında yürürken bu filmlerin bizi neden bu kadar etkilediğine dair bazı örnekleri hatırlayabiliriz. Ya da kitabın kapağını kapatıp rafa geri koyduğumuzda içimizin neden o kadar burkulduğunu sorgulayabiliriz. Zamanında, yıllar önce izleyip okuduğunuzda gözlerinizi ıslatan ya da ağzınızı açık bırakan etki nasıl yaratılmış, hep birlikte bir göz gezdirelim derim ben. Eski vakitleri yad edelim.

Coraline

Neil Gaiman’ın kitabı ya da Henry Selick’in filmi, muhtemelen her kitap ve filmin yaptığı gibi, çocukken izlediğimizde daha çok dokunuyor. En güzel kısmı ise okuyucuyu ve seyirciyi çocuk olduğu için aptal yerine koymaması. Motiflerinden biri elbette düğmeler. Ne zaman düğmeleri görsek, belki bir anahtarda, belki bir çekmecede, korkmamız gerektiğini anlıyoruz. Diğer motifler ise hediyeler ve tünel. Coraline’nın tünelden her geçişi ciddi bir mihenk taşı, sonuçta eşikte yolculuk ediyor. Kimi zaman tünel göz alıcı, kimi zaman solgun. Hediyeler de tekrar ediyor tabii, Coraline ile annesi ve elbette “diğer annesi” arasında bir çekişmeye dönüşüyor. Tekrar tekrar. Kimi zaman ulaşamadığı, kimi zaman ise aksine çok büyük bir kolaylıkla eriştiği için Coraline hediyeler konusunda çıkmaza düşüyor.

Çavdar Tarlasında Çocuklar

Ben şahsen Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı çok seviyorum. Öfkeli ergen karakterimizin New York’ta başıboş dolanması kadar yakın ve aynı zamanda uzak bir durum olamaz muhtemelen. Zaten Sallinger ta o zamandan Z jenerasyonun kavradığı konusunda övgü alıyor ama buna girmeyeceğim şimdilik. biz motiflerimize bakalım. Kendi zihninde, bazı anılarında kaybolurken, bulunmaması gereken yerlere girerken Holden Caulfield’ın aklında daima iki şey var: Viski soda ve ördekler. Nereye gitse aynı şeyi arıyor gözleri, kola içse viski sodanın yokluğunu tadıyor, gölete düşse ördeklerin yokluğunu hissediyor. Belki aslında, bu ikisinden çok daha başka bir şey arıyor. Belki. Belki bulamıyor. Ne de olsa, onun hayatına giren insanlar onun lafıyla çok sahtekâr. Neyse, peki siz biliyor musunuz neler olduğunu kış gelince ördeklere?

Star Wars

Star Wars’tan pek çok motif çıkarmak mümkün, ama en ilginci “robotikleşme” sanırım. En azından şahsi fikrim bu. Bir kere evet, tüm filmler boyunca droidlere karşı düşmanca ve dışlayıcı bir tavır var, droidler bir tür kölelik metaforu. Çok çabuk ölüyorlar, ne diyorlar anlayamıyoruz, bir “sahip”leri var ayrıca. Pratikte bir sahibi olmayanların da özgürlükleri yok.

Anakin’in yozlaşma arkı boyunca da, yani Prequeller dahilinde sibernetik olan hep kötü bir şey olarak yansıtılıyor. Bir kere karşı ordu droidlerden oluşuyor, öyle düşünün. Sonrasında da bu motif tekrarlıyor: Anakin kolunu kaybediyor, organik olan azalıyor, yerini soğuk metale bırakıyor. Luke’a da aynısını oluyor ve bu motif yine bir masumiyet kaybedişi simgeliyor. Sonra General Grievous var karşımızda, özgürlüğü olmayan droidden kastım da o. Nereden bakarsak bakalım çirkin bir şey, içinde çok çok az organik madde kalmış, gözleri ve göğüs kafesinde çürüyen etleri dışında insani hiçbir tarafı yok. Obi-wan’ın sözcüklerini kullanayım, “So… Uncivilized.” bir karakter. Temsil ettikleri de öyle. Ne zaman mekanikleşme, makineleşme karşımıza çıksa yüzümüzü ekşitiyoruz. Anakin’in sonu ise alaycı bir şekilde bizi bekliyor.

Spirited Away

Spirited Away bizim için her zaman özel bir film. Biz derken ise izleyen aşağı yukarı herkesi kastediyorum. Studio Ghibli’nin incisi, gönüllerin fatihi. Bize bu kadar dokunmayı başardığı motiflerden biri ise yemek. Evet, gıda. Yemek, beslenmek, gıda tüketmek eylemi iki ışık altında gösteriliyor bize. Biri kötü, açgözlülüğün gölgesinde. Chihiro’nun anne babasının domuza dönüşmesi bunun en açık örneği zaten. Sonra yine tesise gelip açgözlü biçimde her şeyi yiyip yutan ruh var. Ancak tabii, yemek yemeye ikinci bir gözle daha bakmalıyız.

Sevgi dili gibi bir şey aynı zamanda yemek yemek. Birini umursadığınızı göstermenin bir yolu. Yemeğinin yarısını bölüp vermek, diğerinin karnının tok olduğuna emin olmak, sevginin çok saf bir hareketi bir noktada. Ya da belki romantize etmezsek sadece bir güdü, bilemiyorum. Haku’nun Chihiro’ya yemek getirdiği sahne, Lin’in ona kahvaltı getirmesi, Yubaba’nın kız kardeşinin çay ikramı, bunlar diğer örneklerin aksine hep bir kibarlık ve sevgi gösterisi. Tabii seyirciye de izlemesi inanılmaz keyifli kareler bahşediyor, orası ayrı.

Alice Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden

Alice Harikalar Diyarında’nın nispeten daha az bilinen devam kitabı Aynanın İçinden boyunca, evet, şaşırtmayacak biçimde aynalar tekrar ediyor. Aynalar, yansımalar ve rüyalar ciddi motiflerden bazıları. Tavşan deliği yerine bu sefer Alice’in eşiği geçmesine yardımcı olan şey bir aynanın ta kendisi ne de olsa. Ama bir de Beyaz ve Kızıl Kraliçe’ler ile ve “c5 a8 falan filan…” bilmeceleriyle satranç motifi var.

Açlık Oyunları

Açlık Oyunları boyunca tekrarlayan, kendisine posterlerden isimlere yer bulan motifimiz ise ateş. Ateşi Yakalamak, alev alan kıyafetler giymek ya da kitaplarda yapılan kelime oyunlarındaki gibi “ateş hattında bulunmak”, ya da oyun kurucuların kasıtlı olarak başlattıkları ateş, hangisi olursa olsun hep tekrar ediyor. Sadece havalı değil, sadece bir yerleri bombalamak gibi de değil. Bu ateş daha başka bir şeyin sembolü en nihayetinde. İnsanın göğüs kafesinin içinde yanan bir ateş. İsyanın alevi, ve sonucunda elbette, batan bir Snow rejiminin külleri var bu ateşte. Tekrar tekrar bu yüzden kullanıyor Suzanne Collins, sonuçta tekrar tekrar da yakılıyor tarih boyunca bu ateş.

Sizde var mıdır aklınızda kalan motifler?

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.