Gone Girl’ü izlemek için sinema salonuna girmeden önce bildiklerim şunlardan ibaretti.
- Filmin yönetmeni daha önceden Se7en, Fight Club, The Social Network, The Girl with the Dragon Tattoo gibi bir bölümü şahsi top 10’umda bulunan filmlere imza atmış David Fincher’dı.
- Başrollerinde ikisi de daha çok donuk bakışlarıyla tanınan Ben Affleck ve Rosamund Pike vardı.
- Filmin konusu kabaca kaybolan karısını öldürmekle suçlanan bir adamı anlatıyordu.
Bildiği her şeyi izlediği fragmandan edinmiş bir insan olarak, ortalama beklentilerle girdim filme. Fincher’ın polisiye bir bilmece yaratabilme yeteneği Zodiac ve Se7en gibi işler sayesinde açıkça ortadaydı. Adamın doğru görüntü yönetmenleriyle çalışıp, keskin ve vurucu bir görsel dil yakalayabildiğini de biliyordum. O yüzden de aşağı yukarı filmde nelerle karşılaşacağımı biliyordum, bildiğimi sanıyordum en azından.
Filmin ilk yarısında o kadar hoşnuttum ki kendimden, beni görmeniz lazımdı. Bir yandan filmi izliyor, bir yandan da çıkıp yazacağım yazıya başlık kuruyordum kafamda. Şu çizgide bir şeyler geçiyordu içimden: “İlk defa sinemaya gidişinizse, Gone Girl sizi şaşırtabilir”. İlk on dakikalık araya çıktığımda çok emindim senaryonun alacağı şekilden. Gözümde iki ihtimal vardı: ya Ben Affleck’in oynadığı Nick karakterinin karısı Amy’yi öldürdüğü ortaya çıkacak; ya da Amy’nin cinayetinin ardında başka bir kişinin olduğu belli olacaktı. Bana göre film Affleck’in yaptığına dair ortalığa çok fazla delil bırakıyordu, o yüzden de beni ilk perdeden sonra yakalayıp bahse tutuşsanız paramı Affleck’in sonunda masum çıkacağına yatırabilirdim.
Başlığa da yazdım, ama bir kere daha söylemek gerek; bu film beni iki defa şaşırttı. Bir plot twist bile bu şekilde giden filmde beni etkilemeye yetebilirdi, ama ikincisi kelimenin tam anlamıyla hayran bıraktı beni kendine. En çılgın fantezilerimde bile filmin ikinci 180 derecelik virajı döneceğini tahmin edemezdim. Benim için beni şaşırtabilen filmler çok kıymetlidir. Arketiplere bir itirazım olduğundan değil, ama hem işim hem de hobilerimin genel gidişatı gereği çok film izleyen bir adam olduğum için, formül filmleri on kilometreden tanıyabiliyor olduğumdan. O yüzden de Gone Girl’e verdiğim kıymetin neden iki kat fazla olduğunu anlamanız lazım: ben beni şaşırtan çok filmle karşılaşmıyorum öyle.
Film hakkında fragmanın size verdiğinden daha fazla bilgi vermek niyetinde değilim. Bilmeniz gereken tek şey şu, Amy Dunne isimli, görünürde sakin bir banliyö eşinden fazlası olmayan bir kadın aniden kayboluyor. Peşi sıra gelişen olaylar ve özellikle evliliklerinin çok iyi geçmediği kocası Nick’in verdiği garip tepkiler medyanın adamı katil ilan etmesine sebep oluyor. Filmin resmi sinopsisinde yazan, tanıtımlarında basına verilen bilgiler bunlar. İzlemeden önce sahip olmanız gereken tüm bilgiler de bunlar.
Bu kasti bir karar. Fincher benzer bir meta düşünceyle Se7en sırasında da Kevin Spacey’nin filmde oynuyor olduğu gerçeğini gizlemişti. Burada da gözünüz gizli bir ünlü aramasın, tıpkısının aynısı bir durum yok karşımızda. Ama yine sizin beklentilerinizle film öncesinde oynayan bir Fincher var. Çünkü bu adam elindeki medya çarpıklığı ve görünüşlere aldanılmamasının gerekliliği üzerine olan hikayeyi anlatmak için önce sizin beklentilerinizi kırması gerektiğini çok iyi biliyor.
Film de işte bütün bu beklentilerin üzerinden anlatıyor derdini. Genel olarak görünüşe aldanılmaması gerektiği üzerine söylediği şeylere ne kadar girsem, o kadar spoiler’a bularım yazıyı. Ama medya çarpıklığı hakkında söyledikleri çok da fazla bozmaz film keyfinizi. Zira filmin sırtını yasladığı şey -her ne kadar filmin uyarlandığı kitabın söylemek istediği ana şeylerden biri olsa da- Amerikan medyasının sansasyon yaratma isteği değil. Dürüst olayım, bu bakımdan The Newsroom’un vaktiyle Casey Anthony davası ile ilgili yaptığı bölüm Gone Girl’ün tümünden daha fazla şey söylüyordu. Bu filmin bir günahı mı, yoksa Fincher odağı oraya almayı kasten mi istemedi bilmiyorum. Ama medya üzerine konuşulanlar, hiçbir zaman filmden çıkınca arkadaşınıza anlatacağınız şey olmuyor.
Filmden çıkınca anlatacağınız şey, Gone Girl’ün özünde ne kadar Antichrist’a benzediği. Bu da niyetlenilmiş bir şey miydi, yoksa Fincher’ın ellerinde yan bir ürün olarak mı peydahlandı bilmiyorum. Ama öylesine Antichrist kokuyor ki film… Neredeyse İncilimsi bir kadın tasviri gördüm Gone Girl’de. Nedense bana filmin temel taşı, orta direği bu hismiş gibi geldi. Orta Çağ sanatkarları tarafından sıklıkla başvurulan bir kadın tasviri vardı Gone Girl’ün hamurunda.
İşte bu tasvir, filmi benim yıllardır izlediğim en gergin işlerden bir tanesi yaptı. Şaka yapmıyorum, kendimi filmden sonra kanı çekilmiş hissettim. Salonu terk ettiğimde fark ettim ki son bir saattir omuzlarımı sıkıyormuşum istemsizce. Panic Room’u, Se7en’ı, Zodiac’ı çeken adamdan daha azı beklenemezdi belki de, ama filmin bu insanın etini burkan gerginliğinde kuşkusuz Trent Reznor ve Atticus Ross’un da payı vardı. Fincher ile üç filmdir üst üste çalışan ikili, bana sorarsanız bu sene de Oscar adaylıklarını garantiye aldılar. Ve itirafımı da yapayım, ergenlik yıllarım boyunca Nine Inch Nails dinlediğime de utandırmadılar beni.
Gone Girl bitip, ışıklar yandığında o hepimizin çok iyi bildiği hisle salondan ayrılmamın sebebi bu yukarıda saydıklarımdı işte. Filmin sırtını yasladığı üç ana direkten biri, medyayla ilgili olanı sallantıda durmuş olabilirdi; ama diğer ikisi Fincher’ın ellerinde ve Reznor / Ross ikilisinin muhteşem müziklerinin eşliğinde bir başyapıta dönüşmüştü. Film bitti, perde kapadı, ayaklarım sürüye sürüye gün ışığına çıktım. O hepimizin çok iyi bildiğini söylediğim his vardı içimde. Hani o inanılmaz bir filmden çıktığınızda gelen his. İçten içte, bu filmin uzun süre sizinle kalacağını bilmek.
Öyle bir filmdi çünkü Gone Girl. Biliyorum ki bir süre kafamı kurcalayacak. Bu gece kafamı yastığa koyduğumda aklımda olacak. Ve düşünüp, Fincher’ın ne kadar usta bir yönetmen olduğuna tekrar ikna olacağım. Bir de, yalan olmasın, Ben Affleck’in Batman performansı konusunda içim biraz daha rahatlamış olacak…
2 Comments
Filmdeki “twist”in hakkı Fincher’a değil bu filme ilham olan kitabın yazarına (ki kendisi aynı zamanda filmin senaryosunu da yazmış) verilmeli diye düşünüyorum 🙂
çok güzel yazı olmuş elinize sağlık.
”What are you thinking? How are you feeling? What have we done to each other?” =)