Marvel filmleri söz konusu olduğunda, bir süredir elimi vermiş ve kolum için istenen fidyeyi toparlama çabasına girmiş gibi hissediyorum kendimi. Yıllar öncesinde çıkan Incredible Hulk filminin sonunda birden Robert Downey, Jr. karşıma çıktığından beri beni büyüleyen bir şey var bu evrenle ilgili. Daha önce de bu sayfalarda söyledim, o yüzden tekrarlamakta bir beis görmüyorum: Marvel bence kendi seçtiği “en büyük önceliği izleyiciye iyi vakit geçirmek olan filmler” kulvarında çizgisini bozmadan, tonlamasını karıştırmadan doğru seçimlerle uzun süredir ilerliyor.
DC gibi arada çok ciddi filmler çekmeye çalışmıyorlar. Bu muhtemelen The Dark Knight gibi bir üçlemenin Marvel’dan çıkmasını engelleyecektir (Captain America: The Winter Soldier buna en fazla yaklaştıkları andı) ama aynı zamanda Man of Steel gibi kulvarını karıştırmış ve çılgınlar gibi depara kalktıktan sonra kendi ayağına takılıp düşen filmlerin de ortaya çıkmasına mani oluyor.
Guardians of the Galaxy de bu konuda çok başarılı işte. Daha yazının derinlerine girmeden bunu söyleyelim, James Gunn’ın yönetmenliğindeki film, ne olduğunu hiçbir zaman unutmuyor. Bu çok sarih bir komedi-aksiyon filmi. Kendini hiçbir zaman fazla ciddiye almıyor. En nihayetinde, son sahneler akmaya başladığında sinema salonunu tatmin olmuş bir şekilde terk etmenizin sebebi de bizzat bu. Film boyunca gülüyor, Gunn’ın kendinden emin yönetim tarzıyla ortaya çıkardığı sahnelere hayran oluyor, filmin bazı inanılmaz aksiyon sekanslarıyla kendinizden geçiyor ve sonunda gerçekten de bastırdığınız biletten pişman olmamış bir şekilde gidiyorsunuz evinize.
Peki Guardians of the Galaxy söylendiği gibi Marvel’ın en iyi filmi mi?
Hayır.
http://www.youtube.com/watch?v=pTZ2Tp9yXyM
Guardians hakkındaki çıkış öncesi heyecanım, muhtemelen pek çoğunuzda olduğu gibi tavanı delmiş, üst kata sarkar haldeydi. Çoğunlukla şu yukarıdaki fragmanla ilintili bir heyecandı bu. Blue Swede’in 1973 tarihli Hooked on a Feeling cover’ıyla bezenen fragman uzun zamandır geek bünyelerin yarım kalmış bir işini bitirmeyi hedefler gibiydi. Kostümleriyle, hafif çocuksu serüven tadıyla ve mizah anlayışıyla Firefly ete kemiğe bürünmüş, nostaljik bir pop soundtrack’iyle karşımıza çıkacaktı. Emindim bundan.
Haklıymışım da. Guardians of the Galaxy size hissettirdiği iyi şeylerin çoğunluğunu eski başka şeylere borçlu. Gunn neredeyse bütün filmi kendi nesli için çekmiş. Eğer filme övgü üzerine övgü yağdıran diğer Anglo-Sakson eleştirmenler gibi 60’ların sonu, 70’lerin başında doğduysanız sizi mest edecek tonla şey var burada. Chris Pratt’in karakteri Peter “Star-Lord” Quill, biraz Indiana Jones, biraz Han Solo ve biraz da Marty McFly. Müzikler neredeyse tamamen Star Wars’ı çocukken izlemiş neslin hatırlayacağı parçalardan oluşuyor. Kötü adamlar da o mantıkla hazırlanmış gibiler.
Firefly da biraz bu mantıkla kurmuştu temelini. Fakat eğer eserden o tadı alacak o neslin parçası bir Amerikan değilseniz de alacağınız başka tatlar vardı. Whedon işlerinde çoğu zaman olduğu gibi senaryo klişeleştiği anlarda dahi ilgi çekiciydi. Benim her film eleştirinde altını defalarca çizdiğim “senaryo hızı” meselesi acayip yerindeydi ve bir dizi olduğundan, karakterlerin birbirlerine olan bağlarını organik bir şekilde yerleştirmek için gerekli vakit vardı.
Guardians, eğer bir nostalji meltemine kendinizi kaptıramayacak yaştaysanız, bozuk yerlerini pek saklayamıyor. Filmin sonuna geldiğinizde muhteşem oyunculuklar ve Rocket ile Groot’un surat ifadelerini başarıyla çizen CGI ekibi sağ olsun Quill, Gamora, Drax, Rocket ve Groot’un arkadaşlıklarına inanmaya başlıyorsunuz; fakat o noktaya gelişleri fazla hızlı ve klişe geçiyor. Film çok güzel lokasyonlar arasında dolanıyor ve etkileyici görüntüler sunuyor önümüze; gelin görün ki karşımızdaki ekibin bir noktadan diğerine gitme sebebi çoğu zaman pek ikna edici bir şekilde çizilmiyor. Bazı aksiyon sekansları ve özellikle uzaydaki it dalaşları gerçekten de küçük dil yutturacak denli iyi; fakat bunların çoğu sıçrayışı harikulade yapmalarına rağmen, inişte bocalıyorlar.
Bunlar, tekrar edeyim, filmden keyif almanızı engelleyecek şeyler değiller. Her ne kadar pek Amerikan bir mizah anlayışıyla yazılsalar da esprilere gülecek, bazı sahnelerde hayranlıkla dolacak, bazı noktalarda ise Gunn’ın ince dokunuşlarına kurban olacaksınız. Ama filmin kendi kuyruğunu çok fevri bir şekilde kovaladığı da tartışılmaz bir gerçek gibi geliyor bana. Bir serüvenin peşinde toplanıp gidiyoruz, evet, fakat filmin size bu serüveni izah edişi dahi çok kısa bir süre alıyor ve Guardians hiç vakit kaybetmeden gezmesi gerektiği bütün yerlere gitmeyi, yapması gereken tüm aksiyon sahnelerini hemen yapıvermeyi istiyor.
Fakat Guardians of the Galaxy’nin çok, çok iyi yaptığı tek bir şey var. Bu da yapılması o kadar nadir, bulunması o kadar zor bir maden ki, verilebilecek tüm övgüleri hak ediyor. Guardians, sizi daha büyük ve görmediğiniz şeylerle dolu bir evrenin varlığına ikna ediyor. Marvel evreninin kozmik tarafına ucundan kıyısından bulaşmış bir insan olarak bazı ipuçlarını görmeyi zaten bekliyordum (ki son dakikada gelen sürpriz, zaten muhteşemdi) ama bundan ayrı bir şey var burada.
Nasıl ki küçükken Star Wars izlediğimizde, Luke’un Tatooine’in çölünden serüven özlemiyle batan iki güneşe iç geçirmesiyle özdeşlemiş, biz de o batan iki güneşe bakıp serüven istemiştik; Guardians da öyle bir hisle dolduruyor insanı. Star Wars filmlerinin büyük başarısı ne oyunculuk, ne senaryo, ne de aksiyon sekanslarıdır. Orijinal üçleme bunların üçünü de iyi yapmaz. Star Wars’ın bu derece kıymetli olmasının sebebi size verdiği “gördüğünden daha fazlasıyla dolu bu evren” hissidir.
Marvel bu kapıyı açtı artık. Captain Marvel, Nova ve daha fazlası için zaten hayal kuruyorduk ama Guardians sağ olsun, artık Xandar, Kree, Knowhere hakkında da hayal kuruyoruz. O evrende bizleri daha neyin beklediğini merak ediyoruz. Uzayın bir sonraki köşesinde koşuşturmak istiyoruz, bulmak, aramak istiyoruz. Gunn bunu korkunç bir başarıyla sağlıyor. Bu yüzden de Guardians, her ne kadar özünde Marvel’ın en iyi filminde olmasa da, stüdyonun oluşturduğu panteonda yerini almayı sonuna kadar hak ediyor…