Dört sezondur kasveti ve karamsarlığı ile içimizi karartan ama bir yandan da küçük umut tohumlarını serpiştirmeyi hiç bırakmayan The Handmaid’s Tale’in beşinci sezonu, 14 Eylül 2022 tarihinde yayınlandı. Post-modern yazar Margaret Atwood’un birçok ödüle layık görülen aynı isimli romanının başarılı bir uyarlaması olan dizi, başkarakter June’un (Gilead’daki diğer adıyla Offred) gözünden kadınların, fallogosantrik geleneği temsil eden Gilead Cumhuriyeti tarafından evcil birer çocuk doğurucusu/taşıyıcısı olarak konumlandırıldığı, distopik bir dünyayı anlatmaktadır.
Gilead tarafından benimsenen bu totaliter ve baskıcı yeni düzenin ortaya çıkış gerekçesi olarak insanlığın “doğru” yoldan “günahkârlığa” sapması ve sözüm ona bunu takiben doğum oranlarında gerçekleşen dramatik düşüş gösterilmektedir. Ancak dizide de görüldüğü gibi bunun asıl sebebi, erkek egemen bir devlet olan Gilead’ın kadınları birer arzu nesnesine indirgeyen ve kadın bedenine direnç görmeden sahip olunmasını sağlayan baskın ideolojisinin yeniden üretilmesini sağlamaktır.
Dizinin dördüncü sezonu ile birlikte mekânsal açıdan Gilead’dan Kanada’ya yapılan geçiş, June’un uzun zamandır süren mücadelesinin kısmen de olsa karşılığını alması ve Komutan Fred’in yıllar boyu hem cinsel hem de psikolojik şiddet uyguladığı kadınlar tarafından öldürülmesi, izleyiciler olarak hepimize bir katharsis yaşatmış olsa gerek ki dizinin beşinci sezonunda yaşananlar, sert bir tokat etkisi yaratmıştır. Bu tokat etkisinin en büyük iki kaynağından biri, Gilead’ın erkek merkezci ve fallogosantrik ideolojisinin fikir “babalarından” biri olan Serena’nın kurmak ve devamını sağlamak için bu kadar uğraştığı bu sistemin çarklarının arasında sıkışıp kalarak, kimliğini kaybetmesi ve yaratıcılarından biri olduğu bu sistem tarafından bir öteki olarak konumlandırılmasıdır. Daha net bir şekilde ifade edecek olursak, resmî olarak olmasa da sembolik olarak Komutan Eşi statüsünden Damızlık Kız statüsüne düşen Serena, daha önce kendisine bir komutan eşi olmasından ötürü tanınan tüm ayrıcalıkları kaybetmiştir. Bu öyle bir kimlik kaybı ve statü düşüşüdür ki kendi bebeğini bile yalnızca izin verilen zamanlarda görebilmektedir.
Serena’nın yaşadığı bu ironik dönüşümün tam tersi yönünde bir dönüşümü de hatırlayacağınız üzere dördüncü sezonun ortalarından itibaren June yaşamıştı. Kanada’ya kaçmayı sonunda başaran June, her ne kadar bu geçiş süreci sancılı olsa da Damızlık Kız kimliğini geride bırakıp, sadece June olarak hayatına devam etme yolunda büyük bir adım atmıştı. Ancak bu sezon gördük ki June olarak Kanada’da yaşamakla Damızlık Kız olarak Gilead’da yaşamak arasında çok da büyük bir fark kalmamış. Bu da bizi, yaratılan tokat etkisinin diğer kaynağına götürmektedir. Dördüncü sezondan farklı olarak bu sezonda göçmenlik, milliyetçilik ve kimlik konuları, Kanada’da yaşamak zorunda kalan Amerikalılar üzerinden sıkça vurgulanmaktadır. Önceki sezonlarda Gilead’dan kaçan insanlara barışçıl ve insancıl bir şekilde kucak açan Kanada, beşinci sezonda yerini hızla Gilead olma yolunda ilerleyen bir ülkeye bırakmıştır. Gilead’ın “dünyaya açılma” stratejisi kapsamında Kanada’da kurduğu merkezler ve kendi ideolojisini yaymak adına yaptığı propagandalar, Kanada hükümeti ve halkı üzerinde ciddi bir etki bırakmış olsa gerek ki Gilead’dan kaçıp Kanada’da hayatlarını sürdürmeye çalışan insanlar üzerinde inanılmaz bir ayrımcılık politikası uygulanmaya başlanmıştır. Yaratılan bu baskıcı ve nefret dolu atmosfer, Kanada’da yaşayan eski ABD/Gilead vatandaşı insanların kelimenin tam anlamıyla trenlere doldurulup başka ülkelere yollanmasıyla sonuçlanmaktadır. Rejim ve ideoloji değişikliği sebebiyle kendi yaşadıkları yerden hâlihazırda koparılmış olan bu insanlar, yeni bir düzen kurmak için sığındıkları Kanada’dan da benzer bir sebepten dolayı gitmeye zorlanmaktadır.
Dizinin beşinci sezonu, hikâyenin neredeyse en başından beri birbirlerinin en büyük düşmanı olan June ve Serena’nın aynı tarafta yer almasıyla sonuçlanmasından dolayı da çok önemlidir. June ve Serena’yı annelik ve kadın dayanışması adı altında bir araya getiren sebepler, dizinin beşinci sezonunun yarattığı tokat etkisinin nedenlerinden bir başkası değildir. Kısa bir süreliğine de olsa Damızlık Kız rolüne bürünmek zorunda kalan Serena, kendi çocuğunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, geç de olsa sonunda June ve June gibi olan birçok başka kadını anlamayı başarmıştır. Hayata tutunması için geriye kalan tek dalı çocuğu olan Serena, inşa edilmesine büyük yardımda bulunduğu, erkek hegemonyası tarafından yönetilen sistemin son kurbanlarından biri hâline dönüşmüştür. Gilead’dan kurtulmak için çekmediği çile ve vermediği mücadele kalmayan June ise Gilead’da arkasında bırakmak zorunda kaldığı kızına kavuşamamasının verdiği acı bir yandan, özgür bir hayat yaşamak için sığındığı Kanada’nın Gilead’ın yarattığı etkiyle aldığı baskıcı hâl bir yandan, yine ve yeniden Gilead ideolojisinin bir kurbanı olmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Önceden düşman olan June ve Serena’yı bir araya getiren şey; kadını evcil, doğurgan, hizmetçi ve arzu nesnesi olarak kategorileştiren erkek merkezci ve fallogosantrik Gilead ideolojisidir. Buna karşın erkek ise liderlik, kahramanlık ve doğruluk gibi üst anlatılarla tanımlanmakta ve “üstün” bir konuma yerleştirilmektedir.
Beşinci sezonun en simgesel anları olarak Serena’nın çocuğunu June’un yardımıyla doğurması ve Kanada’dan kaçarken trende karşılaştıkları son sahne gösterilebilir. June’un doğum yaptığı sahnenin taşıdığı simgesel önem, şöyle açıklanabilir: Çocuk sahibi olmak için eşinin kendi gözlerinin önünde bir Damızlık Kız ile cinsel ilişkiye girmesine göz yummak zorunda olan Serena’nın kendi çocuğunu da yine bir Damızlık Kız (June) sayesinde doğurabilmesi. June ve Serena’nın son sahnede trende karşılaşması ise ironik bir biçimde bu iki kadının bu mücadelede birbirlerinden başka kimseye sahip olmadığının simgesel bir göstergesidir. Beşinci sezondaki anlatının diğer dört sezondan farklı olarak en vurucu yanı, birbirine karşıt konumlarda bulunan bu iki karakterin, Gilead ideolojisinin kurbanları olarak aynı çatı altında buluşmasıdır. Ya da daha doğru şekilde ifade edecek olursak, Serena’nın da yaratılmasında büyük pay sahibi olduğu Gilead ideolojisinin en başından beri bir kurbanı olduğunu nihayet fark etmesidir. Dizinin bu farkına varış ve bir araya gelme anlatısını altını doldurarak, detaylı ve aceleye getirmeden işleyişi, dizinin beşinci sezonu bağlamında övülmesi gereken noktaların belki de en başında gelmektedir.
Oyunculuk, sinematografi ve anlatı bakımından genel olarak ele alındığında The Handmaid’s Tale’in beşinci sezonu, istikrarını devam ettirip ilk dört sezonun altında kalmamış ve altıncı sezon için heyecan yaratmayı başarmıştır.
Yazan: Ercan Tugay Akı