Baharın geldiği, güneşin açtığı ve içimizin ısındığı şu Nisan ayı sayesinde biz geekler de bereketli bir döneme giriş yaptık adeta. Avengers: Endgame ve Game of Thrones ile birtakım sonlara yaklaşıyorken yam da “Bunlar bizi birkaç ay idare eder ha” demiştik ki bir anda Joaquin Phoenix’li Joker filminin fragmanı herkesin gündemine bomba gibi düştü.
Fragmandan çıkarılmaya çalışılan çizgi roman referansları ve hikaye akışı, zaten herkesin halihazırda konuştuğu ve fazlasıyla doyuma ulaştığı konular şu sıralar. O sebeple de bu yazıda sizlere Joker’in geçmişten günümüze uzun yolculuğunu özetlemek ve aslında ne kadar çok dönüşüm geçirdiğini gözler önüne sermek istiyorum izninizle.
Çizgi roman aleminin belki de en çok sevilen kötülerinden biri olan Joker, ilk olarak 1940 seneli Batman #1 serisinde Bob Kane ve Bill Finger’ın kalemiyle karşımıza çıktı. 1950’lerde çizgi roman dünyasının girdiği büyük buhranın ardından 1973 yılında Dennis O’Neill ve Neal Adams, Batman’i modernleştirmek, daha doğru tabirle çağa ayak uydurmasını sağlamak için tekrar kalemi ellerine aldılar. Bu yenilenmenin bir parçası olarak da Joker, Kasım 1973’te geri dönüş yaptı. Bu tarihten sonraki on yıllık süreç içinde Joker’in, dokuz bölümlük serisinin yanında katıldığı birçok Batman bölümü de oldu ve 1978’de geride ceset bulunamadan Joker’in öldüğü söylendi…
80’lerin sonlarında Frank Miller, rakip Marvel’dan DC’ye geçti ve kendi evrenini oluşturmaya başladı. 86’da Kara Şövalye Dönüyor serisi ile Joker de evrene geri döndü ama ne dönüş… Her zamandakinden daha cani ve daha çok öldürmeye hevesli bir dönüştü bu!
The Killing Joke (1988) sayesinde Joker’in geçmişine çok daha rahat bir bakış imkanı kazandığımızı söyleyebiliriz. Joker, hamile karısı ve doğacak çocuğu için iş aramakta olan başarısız bir komedyendir. Bir suç örgütünün piyonu olarak kısa süreli bir iş bulur ve istediği parayı alıp ailesini rahatlatacağını düşünür. Ancak işler öyle gitmez. Eşi, talihsiz bir kaza ile hayatını kaybeder ve bunu öğrenen Joker her şeyden vazgeçer ama geri dönemez. Batman ise çeteyi durdurmaya çalışırken Joker kimyasal bir atığın içine düşer ve atıktan çıktığında bildiğimiz Joker halini alır.
Joker ile Batman arasındaki en unutulmaz olaylardan biri de Joker’in Jason Todd’u öldürmesidir. A Death in the Family (1988) çizgi romanının sonunda okuyucuların da oylamalarıyla -evet telefonla oy verip Jason Todd’un ölmesini tercih eden okuyucular- Joker, Jason Todd’u öldürür. Bir de Injustice serisinin başlamasına sebep olan Superman’in Joker’i öldürmesi var; ona da alternatif seri olarak bakabilirsiniz.
Joker, beyaz perdede ve televizyonda ilk olarak 1966 seneli Batman filminde Cesar Romero’nun canlandırması ile karşımıza çıkar. İkinci olarak da 1989 yılında Tim Burton’ın Batman filminde Jack Nicholson’ın canlandırması ile görürüz -ki en başarılı Suçun Palyaço Prensi performansıdır bence.
Burton’ın Batman filminde Joker’in başka bir orijin hikayesini görürüz. Jack Napier, Gotham’da bir suç örgütünün başıdır, fabrikada Michael Keaton’ın Batman’inden kaçarken Jack yaralanır ve Joker olarak karşımıza çıkar. Tim Burton’ın, bu hikaye akışında Alan Moore’un The Killing Joke’unu referans aldığı da söylenebilir.
Joker, altın çağını ise Christopher Nolan’ın The Dark Knight filminde karakteri canlandıran Heath Ledger ile beraber yaşadı. Elbette ki çizgi roman dünyasının sevilen kötülerindendi ve özellikle de 70’lerden sonra bir fenomen halini aldı ama 2000 nesli için en büyük çıkışı bu film ile oldu. Serinin, günümüz süper kahraman filmlerinin önünü açışının yanı sıra film, daha kurgu aşamasındayken Ledger’ın trajik ölümüyle de hafızalarımıza kazındı ve karakter tam bir fenomen haline dönüştü ve bana göre Ledger’ın ölümü, Joker rolünün abartılarak övülmesine ve hatta sergilediği oyunculuğun göz ardı edilmesine kadar ilerledi. İnsanların kıymetini yaşarken bilmiyoruz serzenişimi de yaptım, mutluyum.
Tabii Joker demişken bahsetmeden geçemeyeceğimiz büyük bir isim daha var: Gönlümüzün en fantastik köşesinde, ışın kılıcı sesleriyle andığımız adam, 90’lar neslinin damarlarına Batman: The Animated Series’deki Joker seslendirmesi ile işleyen ve bugün “Joker” denince kafamızda yankılanan sesin sahibi; Mark Hamill… Batman animasyonlarının yanında Arkham Asylum, Arkham City ve Arkham Knight oyunlarında da Joker’e sesiyle can verdi.
Beyaz perdeden devam edersek, bu nesil Suicide Squad gibi bir badire de atlattı, hatırlatmak isterim. Yüksek potansiyeli olan bir projeyi WB-DC el ele vererek batırdı, şimdilerde de ikinci Suicide Squad filmi ve Birds of Prey için hazırlanıyorlar. Suicide Squad filminin fragmandan fragmana eriyişini gördükçe canımız acıyor diyebiliriz.
Film, ilk açıklandığında Joker rolü için Jared Leto’nun seçilmesi beni heyecanlandırmıştı. Müzik kariyerinin yanı sıra oyunculuğu ile de göz dolduran Leto, ilk fragmanın ardından bir çok kişiyi de heyecana boğmuştu ama sonuç istediğimiz gibi olmadı maalesef. Can Sungur’un da deyimi ile “Tumblr filmi” izledik. Joker, fragmanlarda olduğu kadar filmde yoktu bile, e haliyle tadı damağımızda kalan Leto’nun Joker’i ne beğenildi ne de beğenilmedi, öyle ortada dımdızlak kalakaldı. DC, sinematik evrenden ayrı bir Joker filmi çekileceğini duyurduğunda herkesin gözü Leto’daydı, fakat Joaquin Phoenix’in ismi açıklandı ve bundan sonra bizi neyin beklediğini ancak film çıktığında görebilecek olduğumuzu fark ettik. Şimdilik umutluyuz…
Joker, ortaya koyduğu sürüsüyle psikolojik hastalıkları, yaratmayı sevdiği kaos ve Batman’in en büyük vazgeçilmezi(!) olmasıyla bir çoğumuzun sevdiği karakterlerden gerçekten de. Umarım ekranlarda çok daha iyi Joker tiplemeleri görürüz.
Belki Joker de mazbatasını alamadığı için sinirlenmiştir…