İçecekler, özellikle din ve mitolojide, yiyeceklerle kıyaslandığında genel olarak daha popülerdir. Yemek yemek neredeyse ayıp, çoğu zaman can sıkıcı ve dünyevi bir zarurettir, örneğin manastırlarda (evet, basbayağı yemek yemek!) hızlıca ve üstü kapalı görülen bir iştir. Ve yine örneğin Anadolu’da da, toprağa bağlı yaşam biçimlerinde yemek yemek bir zorunluluktur ve görev bilinciyle halledilir, öyle sofrada oturup uzun uzun konuşulmaz, eninde sonunda dışarıda bekleyen bostan ve tarla gerçeğini unutmamak gerekir. Ben de bu hızlı yemek yeme işini kendimden yaşlı pek çok kişide gözlemledim. Ama içecekler garip bir biçimde pek öyle yemekler gibi değil.
İçeceklerde daha kutsal bir şeyler olduğunu söylesem yalan olmaz. İçkide yaşam, şehvet, bereket, uzun süren kuraklıktan sonra yağan yağmurun getirdiği neşe ve hatta Tanrı’nın kanını içme var. Her türlü, sıvılara semboller yüklemek ve yüce işlerin bir parçası haline getirmek daha kolay. Bu içeceklerden bugün misafir ettiğim ise şarap. Şarap Türkçeye Arapçadan girmiş, tıpkı şurup ya da maşrapa gibi ‘‘ş-r-b’’ kökünden geliyor. İngilizce ‘‘wine’’ ise Latince vīnum kelimesinden türemiş.
Şarabın konu olduğu efsane sayısı çok. Üzerine şiirler yazılıyor, mitolojide ve dinlerde pek çok yeri var. Öyle ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Mesela Latince bir özdeyiş var ”in vino veritas” diye, anlamı ”Şarapta gerçek vardır.” tabii eğer yerelleştirirsek ”İçelim, açılalım!” diye de çevrilebilir. Ya da yine şarap deyince insanın aklına doğal olarak Ömer Hayyam geliyor mesela. Fuzûlî’nin esrar ile şarabı ya da başka bir deyişle Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim’i karşılaştırdığı mesnevisi Beng ü Bâde hatırlanıyor. Şarap ile ilgili Doğu’da daha pek çok şiir ve sevgiliyi şaraba benzetmeli beyit var.
Ancak şarap denince ilk akla gelen isim, Dionysos. Ya da Roma mitolojisinde Bacchus. Adam şarap tanrısı nasıl olsa. Zeus ile bir ölümlü olan Semele’nin oğlu kendisi. Hera, Dionysos’un annesini öldürüyor ancak kendisi annesinin karnından sağ çıkıyor çünkü düşen bebek, bir anda yerde bitiveren bir sarmaşığa tutunuyor. Zeus da onu baldırında saklıyor ve Dionysos tekrar Zeus’un baldırından doğuyor. Ancak Hera Titanlarla iş birliği yapmak olsun, kendi elleriyle Dionysos’un teyzesini delirtmek olsun, intikamın peşini bir türlü bırakmıyor. Deliren hanım da kocasına ve saklamakta olduğu Dionysos’a epey kötü şeyler yapıyor tabii, kazanda kaynatmak ve avlamak gibi. Zeus ise bu yüzden son çare olarak Dionysos’u keçiye çevirip Nysa dağına yolluyor, o da burada şarabı icat ediyor. Bu kısım biraz garip çünkü Hz. Nuh’un da üzümü bir keçiden görüp şarabı bulduğu söylenir.
Hz. Nuh’un tufandan sonra üzümü keşfedip şarabı bulduğu ve bu şarabı içerek sarhoş olduğu, çadırında çıplak yattığı, oğulları kendisini giydirmeye çalışırken de Hâm’ın oğlu Ken‘ân’ı lânetlediği rivayet ediliyor, evet. Ama tabii kimisi de aynı isimle yaşamış iki farklı kişiden bahsediyor ve gemi yapanla bağ yetiştirenin birbirinden farklı şahıslar olduğunu söylüyor.
Bunlar dışında bir de Horasan‘daki bir şahın telaşlı bir atmacayı uçarken görüp boğazındaki yılanı da fark etmesiyle atmacayı yılandan kurtarmasına dayanan bir hikâye var. Şah, atmacayı ikinci görüşünde ise ağzından şehre tohumlar bıraktığını görüyor. Tohumlar tahmin edebileceğiniz üzere asma ağacı tohumları. Bu garip meyveden yaptıkları içkiyi ise önce zehirli sanıp bir mahkuma içiriyorlar, sonra da mahkumun pek hoşnut davranışları da hesaba girince ”Epey güzel bir şeymiş bu ya,” diyorlar herhalde.
Ancak şarabın bir semavi dinde çok önemli olduğu bir gerçek. Hristiyanlıktan bahsediyorum tabii ki. Bir kere Hz. İsa’nın gerçekleştirdiği ilk mucize, suyu şaraba dönüştürmek. Yuhanna ikinci ayette Celile‘nin Kana Köyü‘nde yapılan bir düğünden ve düğünde hiç şarabın kalmamasından bahsedilir. Hz. İsa hizmet edenlere Yahudiler’in geleneksel temizliği için oraya konmuş taş küplere su doldurmalarını söyler. Ardından şaraba dönüşmüş su, şölen başkanına takdim edilir.
Ama şarap Hz. İsa’nın hayatında ilkler gibi sonlara da öncülük ediyor. Son Akşam Yemeği’nde sofraya oturur ve şöyle der “Size şunu söyleyeyim, Fısıh yemeğini, Tanrı’nın Egemenliği’nde yetkinliğe erişeceği zamana dek, bir daha yemeyeceğim.” Ardından kâsedeki şarabı göstererek “Size şunu söyleyeyim, Tanrı’nın Egemenliği gelene dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.” der. Hz. İsa ekmek ve şarabın insanlık uğruna feda etiği kendi bedeni ve kanı olduğunu da söyleyip sofrada ona ihanet eden birinin bulunduğunu telkin eder, tıpkı meşhur tablodaki gibi havariler arasında bir tartışma ve endişe boy gösterir. Ardından Hz. İsa Zeytin Dağı’na çıkıp dua etmeye başlar, elbette Yahuda da meşhur öpücüğüyle ve arkasında bir kalabalıkla çıkagelir.
O noktadan sonra her şey Hz. İsa’nın dediği gibi gerçekleşir, kendisi de çoğu zaman sorulanlara cevap bile vermez. Kendisine epey işkence yapılır, süslü bir kaftan giydirilip dalga geçilir. Petrus üç kere onu inkâr eder, sonra da oturup hüngür hüngür ağlar. “Yok et bu adamı, bize Barabba’yı salıver!” diye bağıran halka ve başkâhinlere yanıt olarak bir suçlu olan Barabba salınır, Hz. İsa çarmıha gerilir. İyice romantikleştirirsek Hz. İsa, gerçekten de günahkârların cezasını çeker, halk gerçekten de onun etini çiğneyip yudum yudum kanını içer: Her Sakrament‘te, her Evkarista‘da, her Komünyon‘da, Rab’bin Sofrası‘nın her kuruluşunda, bir parça ince mayasız ekmekle birlikte… Ölmeden önce de ”Susadım!” der Hz. İsa, ekşi şarap dolu bir kap bulurlar, şaraba batırılmış bir süngeri mercanköşk dalına takarak onun ağzına uzatırlar. Hz. İsa şarabı tadınca ”Tamamlandı!” der ve başını eğerek ruhunu teslim eder.
Şarabın öyküsü gerçekten de ilgi çekici, tekrar tekrar mitlerimize, dinlerimize ve masallarımıza konu olması ise inanılmaz. Peki siz ne diyorsunuz? Sizin bildiğiniz ilginç öyküler var mı bu içecek ile ilgili?
Not: Yazıyı yazarken İncil -Luka ve Yuhanna- için İzmir Protestan Kilisesi’nin sitesini kullandım.