Edebiyatta en çok anlatılan hikaye iyi ve kötünün kavgası olsa gerek. Antik Yunan hikayelerinden günümüz süper kahramanlarına kadar uzanan, insanlığın en sevdiği hikaye olan iyi ve kötünün çarpışması zaman içinde birçok farklı yönden ele alındı. En basit ve yaygın haliyle iyilik hikayenin protagonisti ile sembolize edilir, kahraman hikayede kötülüğü temsil eden antagonist ile savaşır ve sonunda kahramınımız, yani iyilik kazanır. Bu savaş filmlerde işlendiğinde film içinde başlar, gelişir ve sonuçlanır. Film serilerinde Harry Potter’da olduğu gibi tüm seriye yayılabilir veya MCU filmlerinde olduğu gibi her filmde farklı bir kötüyle savaşılabilir. Bir iyiye karşı bir kötü, bir protagoniste karşı bir antagonist.
Dizilerde durum tam da bu iki opsiyonun arasında. Episodik ilerleyen dizilerde her bölüm farklı bir engel aşılırken bir veya birden fazla sezona yayılan baş bir düşman izleyebiliyoruz. Bazı dizilerde ise kahramanın her sezon aynı düşmanı farklı şekilde yendiğini görüyoruz. Her bir yeni düşmanın yenilmesiyle kahramanların hikayesinde bir bölüm kapanıyor. Bu da anlatılan hikayenin başarısı için onları en az başkahramanlar kadar önemli kılıyor. Diziler protagonistlerine yaklaştığı özende antagonistlerine yaklaştıklarında ise çok ilgi çekici ve kaliteli bir hikaye ortaya çıkıyor. Ancak buradaki denge çok iyi kurulmalı; eğer bir dizide antagonistler geçici ise her antagoniste aynı özen gösterilmediğinde bu dizinin kalitesinden ödün verdiğini gösterebilir.
Sanıyorum Sherlock bu iddiayı en güçlendiren örneklerden biri: Sherlock, birinci sezonunda sıradışı tarzıyla kendine çok geniş bir hayran kitlesi yarattı. Sağlam oyuncu kadrosu, ilgi çekici vakaları ve polisiye dizilerde görülmemiş farklı bir yönetmenlik anlayışıyla birlikte dizi gayet akıllıca tasarlanmıştı. Sezonun son bölümünde de bize dizinin en iyi sahnelerinden birini yaşatan baş kötü karakterle tanıştık: Moriarty.
Sherlock Holmes’ün efsanevi baş düşmanı olmasından hem de sürekli bahsi geçmesinden dolayı bu karakterle tanışmak için sabırsızlanıyorduk. İkinci sezonuyla bize veda etmesi sadece hayranlarını üzmekle kalmadı, Moriarty gittikten sonra dizide bir boşluk hissediliyordu. Dizinin episodik olay örgüleri ilgi çekiciydi, yönetmenlik yine iyiydi, başrollere zaten diyecek bir şey yoktu. Peki Moriarty’nin vedası diziyi neden ve nasıl bu kadar etkiledi?
Öncelikle dizi daha ilk bölümden Moriarty ile başladı diyebiliriz. Aktif bir şekilde ilk iki bölümde olmasa da yazarların bölümleri onu düşünerek yazdıkları anlaşılıyordu. O Sherlock’un hikayesine sonradan eklenen bir parça değil ilk iki sezondaki hikayenin merkeziydi. Sezon boyunca yazarlar Moriarty’nin neler yapabileceğinin ipuçlarını bize vermişti, tek ihtiyacımız olan karakterin kendisiydi. Onun gelişiyle dizinin odağı onun planlarına karşılık Sherlock’un mücadelesine döndü. Bu sebeple de Moriarty teknik olarak bir yan karakter olsa da onun gidişi başrollerden birinin vedası etkisini yarattı.
Onun vedasıyla üçüncü sezonda John’un hayatı, Mary’nin maceraları derken odağımız Sherlock olmaktan çıkmıştı. Dördüncü sezonda odağımız Sherlock’a dönmesine rağmen dizi hala Moriarty’yi bir umut olarak önümüze sundu, sonrasında ise kendi yarattığı beklentileri karşılayamadı. Bu sebeple de kafalarda soru işareti bırakan, gerekliliğini sorguladığımız bir sürü karar aldılar. John’un Mary’i aldatmasının yanı sıra Sherlock ve Mycroft’un sezonun baş kötüsünü yükseltmek uğruna karakterlerinden ödün verilmesinin anlaşılabilir bir tarafı olmadığı kesindi.
Sahi, dizinin üçüncü ve dördüncü sezondaki antagonistleri kimlerdi? İkisi de çok zeki, manipülatif ve mantığı duyguların önüne koyan kişiliklerdi ki Sherlock’un antagonistlerini ciddiye alması için bunlara birer ön koşul diyebiliriz. Üçüncü sezondaki “Zihin Sarayı Adam” ile son sezondaki “Kız Kardeş” karakterlerini tanımamız için elimizde yalnızca birer bölüm vardı. Zihin Sarayı Adam’ın etkisi zaten son bölümde başlayıp aynı bölümde bitti.
Kız Kardeş’te ise olay biraz daha farklı. Kız Kardeş karakteri, yani Eurus, aslında dizi ve Sherlock Holmes için çok kritik bir karakter. Son bölümde açıklandığı üzere Sherlock’un çocukluk tramvasından tutun da Moriarty’nin Sherlock ile tanışma sebebine kadar Sherlock’un hikayesinde etkili bir kişi. Bu bilgilerin son bölümde açıklanması tabi ki izleyenleri şaşırttı. Ancak problem şu ki Eurus çok daha etkili bir şekilde izleyenlere sunulabilirdi. Bütün dizi boyunca baş kötü karakter olarak yalnızca Moriarty sunulmuşken ve başka hiçbir baş kötünün olma ihtimali bile bahsedilmemişken son bölümde bütün dört sezonunun olaylarını planlayan kişinin tamamiyle yeni bir karaktere bağlanması Eurus’u yükseltmekten ziyade potansiyelinin harcanmasına sebep oldu.
Eğer gerçekten Eurus Sherlock’un hayatı için bu kadar kilit bir karakterse bunun ipuçları üçüncü sezonun son bölümünde veya dördüncü sezonda değil dizinin başından itibaren verilebilirdi. Yazarlar seçtikleri yöntemle hem Eurus’u küçültmüş hem de Moriarty’nin değerini azaltmış oldular. Bütün bunların üzerine çıkış noktasıyla kendini sorgulatan Eurus’un zekasının da süper güç formatında işlenmesi ve manipülatif kişiliğinin zihin kontrolüne kaydırılması dizinin inandırıcılığını iyice sorgulattı. Dizinin sezon finalinde inandırıcılığını sorguladığımız her noktada “Eurus çok zeki olduğu için…” açıklamasını almak biraz tembel yazarlık alışkanlığını hatırlattı. Dört sezon boyunca zekice giden bir dizide bu değişiklikleri görmek ise haliyle dizinin kalitesini düşürdü.
Sherlock’la aynı sendromu yaşayan ve iddiamıza kanıt teşkil eden bir diğer dizi de Jessica Jones’du, Jessica Jones. ilk sezonundan Marvel evrenine güçlü bir giriş yaptı. Dizinin en ilgi çekici kısımlarından biri ise tartışmasız David Tennant’ın büyük bir ustalıkla canlandırdığı Killgrave, yani nam-ı diğer Purple Man’di. Killgrave’in dizi içindeki başarısı ise dizinin devamı için hem iyi hem de kötü sonuçlar doğurdu.
Killgrave karakterinin özel gücünün ve çocukluğunun karakterin kişiliğine olan etkisi dizide o kadar başarılı bir şekilde işlenmiş ki hayran olmamak elde değil. Killgrave’e objektif bir açıdan yaklaşıldığında yaptırdığı her emir, Jessica ve birçok kadına gösterdiği şiddet kabul edilebilir düzeyde değil. Şiddet içeren ilişkileri ele alan eserlerin genelinden farklı olarak bu ilişkiyi Jessica’nın bakış açısının yanı sıra Killgrave’in açısından da görme imkanı buluyoruz. Karakterin geçirdiği çocukluk tramvaları, özel gücünün verdiği yalnızlık ve insani iletişimden mahrum kalması sebepleri, Killgrave’i empati kurulabilecek düzeye geliyor. En başarılı kötü karakterler de empati kurabileceğimiz kadar tanıdığımız ve ahlak pusulamızı alt üst edecek seviyede anladığımız karakterlerdir.
Killgrave’in başarısı dizi için sadece olumlu bir unsur değildi. Dizinin ilk bölümden itibaren Killgrave etrafında dönmesi, dizide Jessica ve Killgrave hariç diğer karakter gelişimlerini kısıtlar hale geldi. Killgrave’in yaptığı her eylemin o kadar dikkat çekici ve bedeli o kadar büyüktü ki yan karakterlerin öyküleri önemsiz gelmeye başladı. Jerry ve evliliği, Trish ve sevgilisi, Malcom’un kişisel gelişimi ekranda fazladan yer ediyor hissiyatı verdi. Killgrave ve David Tennant’ın başarısı dizideki bu tip eksikliklerin hissedilmemesine yol açtı. İkinci sezona geldiğimizde ise birincisi sezonda dikkatimizi veremediğimiz ya da vermek istemediğimiz Trish, Jerry ve Malcom dizinin kalıcı karakterleri arasında yerlerini aldılar. Bu karakterlerle beraber ikinci sezonda yeni karakterlerin diziye dahil olması Jessica Jones’u iyice arka plana itti.
Aslında ikinci sezonda bunun tam tersi yaşanmalıydı. İkinci sezonda karşımıza çıkan baş kötü karakter Jessica’nın hayatında Killgrave’den daha fazla role sahip olması gereken birisiydi. Yıllardır öldüğünü sandığı annesinin, Alisa Jones’un, dizi içindeki potansiyeli çok büyüktü. Dizide bu potansiyelin bir kısmı gayet başarılı kullanıldı. Jessica’nın annesine duyduğu özlemle doğruyu yapma içgüdüsünün verdiği savaş, annesinin Jesssica’nın hayatından kendini men etmesindeki fedakarlık çok başarılı işlendi. Alissa’ın hikayesi hüzünlüydü evet. Ne var ki Alissa’nın kendi hikayesindeki söz hakkının azlığı onu beğenilen ve empati kurabileceğimiz bir antagonist olmaktan uzaklaştırıyor. İki sezonu karşılaştırmak gerekirse, birinci sezon Killgrave’in kendi iradesiyle aldığı kararlar ile ilerledi. Jessica’nın özgürlüğüne kavuşmasının tatmin edici olma sebebi bile Killgrave’e karşı gelerek bunu kendi başına ve kendi iradesiyle yapmış olmasıydı.
Alisa ile Jessica’nın ilişkisinde ise olaylar tamamiyle onların iradeleri dışında gerçekleşti. Onları bir araya getiren Trish’ti. Beraber kaçmaya kalkmalarının sebebi Kurt’un ölmesiydi. Trish araştırmaya başlamasaydı Alisa ve Jessica karşılaşırlar mıydı? Kurt ölmeseydi Alisa Jessica’yı yanında ister miydi? İster antagonist ister protagonist olsun, karakterlerin kalitesini arttıran en önemli unsurlardan birisi aktif olmalarıdır, yani kendi kararlarını kendi sebeplerine dayanarak almalarıdır. Bunun eksikliği dizide ise Jessica’nın karakter olarak kendisi hakkında olması gereken bi dizide ne kadar arkaya itildiğinin bir göstergesi oldu.
Özetle episodik olsun veya olmasın, uzun soluklu veya bir bölümlük de olsa kötü karakterler dizilerin tadını değiştiren, ana kahramanın hikayesiyle birlikte kişiliğini de geliştiren bir nevi hikaye anlatım araçlarıdır. Dizilerde bu karakterlerin değiştirilmesi itina ile yapılmalı, yerine gelen yeni karakterler ise ilk seferki özenle işlenmeli.