Ekim cebindeki son günü harcarken Cadılar Bayramı da arkamızda kaldı. Doğa ölmeye yüz tuttuğu için 31 Ekim’de, Kelt inancına göre Samhain’de, ölülerle yaşayanlar arasındaki sınırları ihlal etmenin yolunu bulan muzır ruhlar aramızdan akın akın geçtiler. Ama farkındaysanız gittiler demiyorum çünkü hala buralarda olabileceklerinden ümitliyim. Nereden belli incelen geçitlerin anında tak diye kapanıp yittiği? Her şey bir süreç meselesi bakınca. Saatler düzgün nizamda ilerlerken gece yarısından uzanıp ecinnilerin dolaştığı 3’e varıyorsa, sonbahar ayları tek tek geçerek kışa kavuşuyorsa; ölümün bayramını kutlamaya henüz sebep çok diyebilirim!
Üzerine düşünmesi hem en keyifli hem en trajik figürlerle, popüler kültürün emekperver işçileri cadılarla yapacağım kutlamayı da. Başka bir deyişle dosya konum inisiyasyonken, cadıların ritüellerinden bahsetmek aklımı çeldi bir kere.
Yalnız cadılarla ilgili konuşmaya öteden beri bayıldığımız için tarihinden de tiplemelerinden de büyülerinden de bol bol yazı var arşivde. Kendine bir cadı günü ayarlamak isteyenlere, tutkuyla tavsiye ederim her birini. Ama yazı ormanında gezinirken doğru ağaçtan düşen kendi asamı bulup, sazlardan ellerimle derlediğim süpürgemle mehtaba karşı uçuşa çıkmasam da olmazdı.
Cadının Cinsiyeti Neden Kadın?
O yüzden önce soruyorum; cadılar neden bu kadar çekici ama aynı zamanda mezarından taze çıkan hortlakları görmüşçesine korkutucu bir konu bizim için? Niçin masallarda dahi ormandaki kulübesinde kendi halinde yaşayıp giden, kanca burunlu yaşlı hanımları ya da yatmadan önce yarasa kanı içen siyahlı vamp kadınları rahat bırakmamışız? Her nerede karşımıza çıkarlarsa çıksınlar peşlerinden gitmiş, sırlarını öğrenmeye çalışmış ve sonra da nefret edip yakmaya kalkışmışız onları?
Bu sorunun cevabı cadının cinsiyetinin ekseriyetle kadın oluşunu da kapsayan, ömrümüzün ucuna ömür eklemek için tamamen doğanın insafına bağlı olduğumuz arkaik çağlara dayanıyor. Zaman çarkını yeterince geçmişe çevirdiğimizde, anlıyoruz ki doğanın ritminde atardı ritmimiz. Bugün bile zamanı yaratan; doğanın ve bedenimizin dönüşmeden duramaması değil mi temelinde?
Ve insanın dili de dini de insan olduğu için bu gerçeği kavrar kavramaz, doğayı ve ondan beklenilen bereketi kadına atfedivermişiz. Sonuçta ortaklıklar çok; doğa mevsimlerle farklı kılıklara bürünürken kadın da bir noktada kanayarak üreme yetisi kazanıyor, doğa meyve vererek sıfırdan bir üretim gerçekleştirirken kadın da doğurarak yeni bir canlı meydana getiriyor, eh durur muyuz? İkisini bir yorumlayarak ana tanrıçalara kavuşmuşuz hemen. Hatta ayın dişil olarak tanımlanması da yine aynı sebeple, evreden evreye geçişi kadın bedenine benzetildiği için yapılmış. Bu sebeple cadılığın ana damarı ay tanrıçasına; bakire, anne, kocakarı üçlüğü yakıştırılıyor zaten.
Ana tanrıça inancı, dünyayı algılayışımızda iki güçlü domino etkisi yaratmış hızlıca. Öncelikle kadını doğaüstü güçlere yatkın olarak düşünme konsepti oturmuş fark ettirmeden. Bir yandan da atalarımız coğrafya ve kültür birikimlerine göre belirledikleri hareket ve sözlerle tanrıçanın- doğanın kızgınlığını almaya, ondan gelecek senenin bereketli geçeceği garantisini koparmaya çalışmışlar. Bu uğurda adına sonradan büyü diyeceğimiz metotlara da bulaşmışlar.
Çünkü büyüyü sevgili editörümüzün şu yazısında dediği gibi, asayı sallayıp ucundan fışkıran ışık şöleni olarak düşünmemelisiniz. Büyü en temelde, niyetinle üzerinde güç sahibi olamadığın bir alanda tahakküm kurmak, sözle ya da yaptığın karışımlarla süreci lehine çevirmek. Bilemediğini kontrol etme çabası kısaca. Ve bunun uzandığı yerde tıp duruyor dersem, bana kızmayın lütfen. Araştırmalar diyor bunu.
Tıp özünde hastalıklardan kurtulmak için uyguladığımız tedavi yöntemlerini kapsamıyor mu? Bir zamanlar anlam veremediğimiz ağrı ve acıları ilaçlar yardımıyla almıyor mu? En eski çağlarda neyle yapılıyordu ilaçlar peki? Elbette, otlarla! Büyü de aynı mantığı içeriyor, o da otlarla yapılıyor ve mucizelere kavuşmamıza yardımcı oluyor o dönemin mantığıyla. Güneşi gökyüzünden düşürmek tarzında mucizeler aramayın, onu da deneyen vardır da, ben daha minik ölçekte; örneğin hayatımızı kurtaran işlemlerden bahsediyorum burada.
Şimdi bir hayal edin, avdan sonra herkes köşesine çekilmişken mağaranızdan telaşla çıkıp topluluğunuzdakilere yalvarıyorsunuz. Çocuğunuz hasta. Siz buna hastalık da diyemiyorsunuz o vakitler; ateşi yükseliyor, anlamsız bir şeyler sayıklıyor, mütemadiyen titriyor çocuk. Bir şeyler oluyor ama herkes seyirci, nasıl müdahale edilir bilen kimse yok ki? Çağırılacak bir ambulans, kullanılacak ateş düşürücü de mevcut değil. İşte o en ümitsiz olduğunuz anda, topluluğun kır saçlı kadını öne çıkıyor; öteden beri hastalıklarla uğraşmış, beklemenizi söylüyor ve ormana dalıyor. Bir süre sonra ormandan topladığı otlarla geri dönüyor ve ateşin başındaki bir kapta kaynatmaya başlıyor bunları. Sonra karışımı çocuğunuza ya yediriyor ya da sürüyor. Ertesi gün bir bakıyorsunuz ki çocuğunuzun ateşi düşmüş, gözleri açılmış. Mucize bu! Büyü demez misiniz?
Bu karışımı elbette erkekler de yapabilir. Ama püf nokta şu; hani doğayı kadına benzetmişlerdi ya bereketi cisimleştirirken? Bu tarihten sonra ister istemez doğa ve kadın yakınlaşıyor. Genelde ormanda gezinip bitki toplayanların kadınlar olduğu düşünülüyor. Hatta tartışmalar olmakla birlikte tarıma geçişte kadının rolünün büyük olduğu da tezler arasında.
Yani iyileştirme görevi kadında. Bir nedeni daha var bunun; demiştim ya doğum da kadında çünkü. Doğum eskiden erkekler tarafından gayri ihtiyari sebeplerle, pek anlaşılamayan bir süreç. Kadın bedenini de en iyi bir başka kadın anladığından ebeler doğal olarak kadın. Ve bu eşsiz bilgiden dolayı özellikle yaşı gereğince deneyim biriktirmiş yaşlı kadınlar; hem ebe hem de topluluğu iyi eden şifacı rollerine bürünüyorlar. Bilge kadın da deniyor onlara bir başka ifadeyle.
Sözleri halk arasında dinleniyor, kendini ve sevdiklerinin sağlığını emanet etmişsin; tabii saygıda kusur edilmiyor, biraz da yöntemlerinden korkuluyor ama canı sağ olsun. İşlemler sırasında etkiyi arttırsın diye mi yaralıya motive sağlasın diye midir nedir, duaya benzer cümleler de söylemeye başlıyor üstelik. Sonra medenileşmiş toplumlarda artık evlere giriyor, aile sırlarını biliyor ve özellikle kadınların gizli kalmasını istediği bilgileri tutuyor. Kürtaj da yapıyor örneğin.
Kadınlar bedeni hakkındaki yetkisini, hemcinsine devrediyor; bu yavaş yavaş en çok dışarıda kalanları kızdırmaya başlıyor. Tıpkı doğadan korktuğumuz için ritüellere ve büyüye başlama nedenimizdeki gibi bir gerginlik hakim havada. Yalnız bu kez sürecin zıt kutuplarında doğa ve insan yok; ince bir kılıcın iki ucunda erkek ve kadın var. Pek tabii ki burada bir sosyolojik ya da antropolojik incelemeye girişemem, haddimi aşmış olurum. Ama en basit tabirle artık ana tanrıça kültüyle saygı duyulan kadın bedeni, erk bakış açısında korkulası bir tabu. Mesela araştırmacılardan bazıları bunu, adet kanının bir zamanlar neredeyse kutsal olarak görülürken sonradan pek çok dinde, ibadeti engelleyici bir unsura dönüşmesinde görüyorlar. İstisnalar kaideleri devirmiyor maalesef.
Ana tanrıçalardan nerelere geldik gördünüz mü? Zaten bir vakitten sonra, Kybele yerine Zeus gibi erkek bir baş tanrıya geçilmemiş miydi? Özellikle de, Batı Avrupa tarafında böyle bu. Dionysos ayinlerinde çıplak elleriyle hayvan parçalayacak kadar çılgınlaşan Maenadlar, otların bilgisini kullanarak büyü yapan ve kahramanlarımızı zor durumlara düşüren Circe ve Medea, yine büyüyle özdeşleşen korkulası Hekate, Diana’nın geceleri toplanan takipçi kadın anlatısı hep ortak bir tekinsizlik içeriyor farkındaysanız. Bizim kültürümüzden de en yakın örnek Alkarısı olabilir.
Dikkat edin, hemen her kültürde büyü yapan, istekleri için canlılara özellikle de çocuklara zarar verebilen bir kadın iblis dolaşıyor korku masallarında. Kadını en çarpık gösteren şey belli ki annelik kimliğinin kanla lekelenmesi. Pagan inançların yerini tek tanrılı dinlerin, Avrupa genelinde 1400’lere gelindiğindeyse kilisenin iktidarının almasıyla bambaşka bir dönemece giriliyor.
Artık aleni olarak başına buyruk kadınlara kızılıyor. Ev içinde oturmayan, insanlara bir kurtarıcı figür gibi görünen, iktidarın işini bozan yaşlı bilge kadınlara özellikle. Bir yandan da ekonomik, politik, sosyal buhranlar var. Bunların sorumluluğu bir kesime yüklenmeli. Kilise anlıyor ki; şeytanla işbirliği içinde olduğuna inanılan savunmasız kadınlara sataşmak, fazlasıyla basit ve etkili. 1486 yılında pek çok kadını cadılıkla suçlayacak olan ve dilimize Cadıların Çekici olarak çevrilen Malleus Maleficarum kitabı doğuyor bu kaotikliğin nasibiyle. Cadının cinsiyetini büyük oranda belirleyen yasa bu; Maleficarum kelimesi, kötü büyü yapan dişiyi mimliyor.
Paganik inançlardan kaynaklanan ritüeller de zarar veren büyüyle etiketli bundan gayrı. En çok meyledelenlerse, Havva’nın şeytana kanması dolayısıyla zayıf olarak yorumlanan kadın. Kilisenin fermanları böyle diyor en azından, kimin karşı gelmeye gücü yeter? Ot bilgisi, kilisenin emrindeki üniversitelerden mezun olacak erkeklere geçiyor sonra, kadınlarsa eğitim alma hakkına sahip olmadıkları için şifacılık mesleğinden ve ebelikten sürülüyorlar. Merak edenlere cadı avının içeriğine dair şu yazı tekrar tavsiyemdir.
Cadının neden kadın olduğunun bambaşka boyutları da var tabii, cinsiyet eşitsizliğinin başlama nedenlerinin de. Burada toparladıklarım yetersiz ama kapsamımız gereği de iş görür tespitler. Sahi bizim konumuz inisiyasyonlardı. Size cadı inisiyasyonlarından bahsedecektim, değil mi?
Ya Cadı Ayinleri Gerçek Bir İnisiyasyon Süreci Olsaydı?
Günümüzde cadılar, yaşanan cadı avlarından sonra popüler kültürde pozitif çağrışımlar yaratan bir eğlenceye, fantastik edebiyatta nemalandığımız ilham kaynağına ve kadınların kendilerine sahiplendiği bir direniş kimliğine dönüştü. Yine de hala gerçekten cadı olan kadınlar var aramızda. Şaşırdınız mı? Hani gerçek değildi cadı denilen kötücül yaratıklar?
Aslında iki cevap da geçerli. Cadıların şeytanla işbirliği içinde olması yalan- en azından bildiğimiz kadarıyla– ama kimlik modern dünyamızda gerçek. Kendini dünyaya cadı olarak tanıtan erkekler ve kadınlar; ayrıca pagan geleneğini takip eden ve ritüellerle ruh enerjilerini kullandıklarına inanan Wicca adlı insanlar var. Kurdukları birliklereyse coven diyorlar yani cadı meclisi. Ve adaylarını kabul etme törenleri de inisiyasyondan başka bir şey değil.
Ama bizim işimiz gerçeklerden ziyade fantastikle; o yüzden buradayız ya. Cadılık ve inisiye olma anlatısını 2018 yapımı Suspiria filminden daha dolu anlatan bir şey yok benim gözümde de. Film incelemesi değil ama haliyle bu düsturla, başından sonuna spoilerlarla dolu bir analize girişme niyetindeyim. Aman dikkat.
Suspiria’da Cadıların Gizem Dini
Kendi adıma başlığın vaatlerini düşünmek bile zevkli. Luca Guadagnino’nun 2018 yılında yeniden yorumladığı filmin orijinali, Dario Argento’nun 1977’de çektiği bir başka film. Benzer yapımlarla ilgileniyorsanız da şu yazıya koşun gidin derim. Ama benim favorim olan güncel yapım, bu yazıda daha elverişli çünkü herhangi bir sürpriz barındırmıyor. Biz cadılarımızın cadı olduğunu en başından biliyoruz, ilk filmdekinin tersine. Bu da Berlin’e Markos Dans Akademisi’ne katılmaya gelen Susie Bannion’un inisiye olma sürecini pür dikkat takip etme olanağı yaratıyor.
Öncelikle dans akademisinin gizli bir cemiyet olduğuna dikkatinizi çekerim. Gizem dinlerindeki gibi işliyor bu cemiyet. Dış dünyada olup bitenlere kapalı, üyelerinin gizli bahçesi. Ve içeriye en yetenekli dansçılar alınıyor yalnızca. İnisiye adaylarının olması gerektiği gibi; aranılan özelliklere sahip, hırslı ve eğitimin zorlu sürecine dayanmaya istekli olanlar. Kendilerini dans performansı için kurban edecek genç kızlar.
Kamera bize, dansın disiplinli doğasının inisiyasyon için bir araç olduğunu haykırıyor başından beri. Bedene aşılması gereken fiziksel eşikler koymak gerektiği ve onları geçerek ruhunuzu güçlendirdiğiniz inancını taşıyor eğitmen cadılar. Benzer kelimeleri ilk yazıda da sarf etmiştim ki ben, tam da inisiyasyonun mantığını anlatırken. Özellikle Susie’nin Madam Blanc’ın direktifleriyle daha yukarıya zıplamaya zorlandığı ilk dansında, yalın bir şekilde karşımızda bu gerçek. Hem de en yıkıcı performans bu; çünkü eş zamanlı olarak, alt kattaki izole odada tanrıçaya kurban adanıyor dans hareketleriyle.
Gizem dinlerinde talep edilen kurbanın üzerinde epey durdum diğer yazılarda. Susie farkında bile olmadan yapıyor bunu. Enerjisini yöneterek cemiyete tanıtılmış, tanrıçanın huzurunda gözden geçirilmiş ve kan akıtmış oluyor böylece. Ayrıca benim için dehşetin sinema dili, belki de sonsuza dek o sahne olarak kalacak. Nutkumu tutturacak denli korkunçtu her şey!
Bir sonraki adımda, yaşaması gereken zihinsel arınma geliyor Susie’nin. Onu da rüyalar aracılığıyla önce korkutup sonra sarsarak yapan yine Madam Blanc. İnisiye olma yolunda yol gösterici rolünde, topluluğun bilge kadını o. Susie rüyalarında kadın bedeni üzerine üretilen sanat eserlerinin çarpıtılmış versiyonlarını görüyor, feminist bir anlayışa açılması isteniyor ondan. Korkusunu yenen genç dansçı, bu sayede dönüşümün diğer kritik aşamasını da geçmiş oluyor.
İnisiyasyonun sonlandığı yer ise cadı ayininin tamamlanacağı oda. Gece yarısında süpürgelerine binip şeytanla flörtleşmeye giden cadıların toplantısını betimliyor sanki yaşananlar. Şaşırmayın, Avrupa’da bir zamanlar böyle toplantıların gerçek olduğuna eminlerdi. Yalnız sahnede şeytan henüz tam olarak görünmüyor ve Susie’den ona gençliğini vermesi isteniyor. Hem zaten son aşamada adayın gerçeklere ulaşması için de ölmesi gerekmiyor muydu?
İnsiye adaylarının sembolik ölümden geçip yeniden doğması geleneğindeki gibi, Susie ölmeli ki yeni kimliğiyle hayatına başlayabilsin. Öyle de oluyor ama sonuç umulandan bile iyi çıkıyor bu sefer. Susie ölerek yeni bir yaşamı sahiplenirken sırrı da öğreniyor. Şeytana değil, tanrıçaya dönüşüyor. Yani hem içeride hem dışarıda büyük bir ezoterik dönüşüm geçiriyor. Nasıl ama, cadıların tarafında daha açık anlatılabilir miydi inisiye olma yolculuğu?
Cadılığın neden korkutucu ve çekici olduğuyla ilgili bariz olan şu: Cadı kendi gücüyle tanımlanıyor. Var olmak için kimseye muhtaç değil, belki bir tek kötücül bir güç dışında. Ama sosyal normlara bakıldığında kendi işini kendi gören bir kadın anlatısının cadılıkla bağdaştırıldığını görüyoruz. Kimseyi dinlemek zorunda değil; eş, anne, kardeş olmadan da var olabiliyor toplum içinde. Müdahale ediyor dahası, sevmediği ve kendini olumsuz etkileyen tüm faktörlere.
Bir yönüyle rahatlatıcı cadı olmak. Bu yüzden de ilgimizi çekiyor bana kalırsa, cadıları içeren yapımları tekrar tekrar izlememiz aynı sebepten. Sonuçta kime cazip gelmez ki kendinden emin bir şekilde sokağa çıkmak? Başına geleceklere dair endişe etmeden birkaç söz ve hareketle fırtınaları durdurmayı, savaşları sonlandırmayı, hadi bunları geçtim; işe bir süpürge uçuşuyla trafikten kurtularak gitmeyi örneğin, kim istemez? Tek sorun cadı biz değilsek başlar. O da doğa gibi belirsiz bir kuvvet olarak karşımıza dikildiğinde bu sefer ondan, yapabileceklerine mahkum oluşumuzdan korkarız. Belki Suspiria’yı izlemek de benzer bir korku hissi yarattığı için mıhlanıyoruzdur koltuğumuza.
Gerçekte Cadıların İnisiyasyonuna Yakın Ritüeller Neler?
Elbette, Suspiria’daki kanlı hançerleri kendilerine Wicca diyen cadılar kullanmıyor, en azından öyle umuyoruz! Onların yöntemleri daha doğaya dönük, paganik inanışları onurlandıran şeyler. Mesela yılın tekerleği olarak belirledikleri bir döngüde, yıl gündönümlerini ve ekinoksları kutluyorlar. Arada ayın geçirdiği dönüşümler de ay tanrıçasına saygılarını sundukları birkaç festival de cabası. Tabii ara ara gerçekleştirdikleri ritüelleri ve büyü gücüne inandıkları için uyguladıkları yöntemleri var. Bunlar dünyayı ele geçirmeliyim gibi niyetlerden ziyade sigarayı bırakmak, yeni yılda terfi almak, evin enerjisini temizlemek gibi zararsız istekler. Yani herhalde öyledir. Covenler içinde yapılanlar gizli olduğundan, internet üzerinde pek bilgi yok içeriklerine dair.
Yalnız cadılık bu kadar dilimizdeyken inisiyasyon aşamaları olmasa bile, bilinen ritüellerinden örnekler vermezsem rahat edemem. Ciddiye almayın, önceliğimiz eğlenceli bir konuyu incelemek ama illa uygulamak istiyorsanız da sizin bileceğiniz iş!
Ayı Aşağı Çekmek
Ritüellerde ilk şartımız konsantrasyon ve niyet. Hiçbir şey inanmadan başarılamıyor maalesef, şüpheciler şansına küssün. Bu aşamada çeşitli grupların farklı yöntemleri var deniliyor ama esas itibariyle yapmanız gereken pek bir şey yok aslında. Zihninize bırakıyorsunuz işleri. Tek yaptığınız dolunayın olduğu bir gecede, aya dönerek kollarınızı kaldırmak genelde. Bedeniniz bir kapmış ve siz duruşunuzla ayın enerjisini kendinize aktarıyormuşsunuz hissine kapılmalısınız ana fikirde. Tabii içinizden ya da dışınızdan tanrıçayla bir olduğunuzu söyleyen mantraları tekrar etmeniz süreci epey çabuklaştırıyormuş. Bu sayede bedeninizi kısa bir süreliğine de olsa ay tanrıçasına kiralıyorsunuz, daha ne?
Bundan bahsedildiğine rastlanılan ilk metinlerden biri Aristophanes’in bir eserinde Teselyalı cadılara değindiği kısım. Şaşırtıcı olmamalı, çoğunlukla paganik süreçlerden damıtılıyor modern cadıların ayinleri. Hatta ara ara canınız sıkıldığında, gece göğüne dönüp ayın ve yıldızların soğuk huzurunu içine çekmeyeniniz var mı? Düşlere kapılmayanınız? Ayrıca Suspiria’daki iç çekişlerin annesi olarak tanımlanabilecek Mother of Sighs’i çağırmaları da, Maenadların tanrı Dionysos’u bedenlerinde ağırlama inancıyla halüsinojen maddeler almaları da, Mithraizm’de ve hatta Hristiyanlıkta ekmek ve şarap ayiniyle yapılmak istenen de aynı temenniler olmasın? Bana öyle geliyor ki asırlardan beri kutsal görüneni bedenimize aktarma inancının takipçisiyiz.
Kehanet Aynası Yapmak
Eğer beni tanrıçayla birleşmek kesmez, bana maneviyattan ziyade geleceğe yönelik çıkarımlar lazım diyorsanız kehanet aynası işinizi görür belki. Hem tam da zamanı, zira öte alemlerden haber almak için Samhain’den yani cadılar bayramından daha iyi bir dönem yok. Her şeyin hafifçe ölüleştiği, güneşin gücünü kaybettiği dönemlerde yansımalı herhangi bir eşya işinizi görürmüş doğrusu. Ama ayna en kullanışlı yöntemmiş. Kendi aynanızı yapmak için bir ayna ve arkasını boyamaya bir siyah boya da yetiyor, çok ekonomik. Hazırladığınız aynanın üzerine istediğiniz, size güç vereceğini düşündüğünüz herhangi bir cümleyi de yazabilirsiniz. Geri kalansa yoğunlaşmak, evet, doğru yine konsantrasyondan geçiyor yolumuz.
Mümkünse gözlerinizi kapayarak, sessiz bir ortamda durmalıymışsınız. Yeterince hazır hissettiğinizde açıp aynaya bakarak bir ipucu, ne bileyim bir görsel akışı aramaya başlayabilirsiniz. Düşünce akışı da olurmuş aslında, Freud’un tabiriyle serbest çağrışım yani. Aklınıza herhangi bir düşünce kırıntısı, isim, anı geldiğinde günlüğünüze yazıp ne olabileceğine bir bakarsınız artık.
Yetenek Tanrısı Lugh’u Onurlandırmak
Keltlerin ışık, yetenek ve sanat tanrısı Lugh. Kolayınıza gelecekse Hephaistos veya Aule olarak görebilirsiniz onu, becerileri neredeyse aynı. Yaz festivali Lammas’ta çok yararlı bir ritüele sahip ayrıca kendisi. Bu ritüel için bir sunak edinmeniz şart yalnız. Bunu bir masa ya da mutfak tezgahında yapmaktan ne alıkoyuyor bizi? Bilemiyorum. Amaç ne gibi alanlara yeteneğiniz varsa sunağınızın üzerine onları içeren nesneleri alıp koymak. Birebir olmasa çağrıştırsa da yetermiş. Mesela dans etmekte iyiyseniz, ayakkabı ya da kostümünüzü koyun. Benim şarkı söylemeye tutkum var diyorsanız, belki şarkı sözlerini yazdığınız bir kağıt olabilir.
Bir sonraki adımda bir mum gerek, mumunuzu sunağınızın ortasın koyup yakmalısınız. Şaşırmayacağınız gibi düşünme aşamasına giriyoruz yine, bu sefer mum ışığında. Aklınızdan iyi yaptığınız şeylerin neler olduğunu iyice geçirin, yeteneklerinizle gururlanın şöyle ve bunları dile getirmekten korkmayın deniyor. Üstelik yeteneklerinizi söyledikten sonra başaramadığınız alanların üzerine düşmek için tanrıdan yardım istemeyi de içeriyor. Duyup duymamak ona kalmış ama siz, sağlam olsun diye bir adak da adamalısınız mutlaka. Rüşvetten ziyade ciddiyet olarak ele alalım bunu; adaklar şarap, meyve, şarkı, sadakat olabilirmiş. Niyet önemli Lugh için, gani gönüllü bir tanrı o.
Açık ara sevdiğim ritüel ya da büyü bu oldu. Tam olarak tanrıyı aradan çıkartıp, kendinizle baş başa kalınca neleri yapıp yapamadığınızı düşünseniz gerçek manada kişisel gelişebilirsiniz bile.
Tekrarlarsam hiçbirinin gerçek olduğuna inanmıyorum, ya öyle olsaydıyı düşünmek daha tatmin edici benim için. Son saydığım rutinler inisiyasyon süreciyle değil belki ama, sonrasıyla ilgili. Değişen bireyin odaklandığı bakış açısında ısrar etmesi, artık ritüellerini kendinden emin bir biçimde uygulaması olay. Hem de yalan yok, okurken çok eğlendiğimden. Bizim kültürümüzdeyse şeytanla işbirliği içine giren kadına cadı denir alışkanlığı yok, daha ziyade vampir ve hortlak karışımı inanışlar mevcut anlayış olarak. Ama büyünün geniş kullanım alanı da var, başkaldıran kadınlara ziyadesiyle cadı gözüyle bakmak da.
Bereketli bir yazı oldu bence. Cadının neden kadın olduğundan, Suspiria aracılığıyla cadı inisiyasyonu hayaline ve gerçekten takipçisi olunan ritüellere kadar sıçradık. Buradan sonrasını size bırakıyorum artık, neler diyorsunuz kazan kaynatma ve asa sallamanın cazibesiyle ilgili?
Cadılığa doymak isteyenlere yararlı kaynaklarda burada: 1, 2, 3