Elimde bugünün Hürriyet gazetesinde, Ahmet Hakan’ın kendi köşesinde verdiği rakamlar var. Doğrulu ne derecede bilmiyorum, fakat şu şekilde sıralanıyor rakamlar. İnşaat sektöründe 2009’dan beri meydana gelen kaza sayısı 35.846. 2009’dan beri bu kazalarda hayatını kaybeden işçi sayısı 1754. Yine aynı yıldan beri bu kazalarda sakatlanan kişi sayısını 1940 olarak vermiş Ahmet Hakan.
Bu rakamlara tabii ki Torunlar İnşaat’ın Mecidiyeköy’deki kulesinde hayatını kaybeden 10 kişi de dahil. Onlardan önce ismi toplu ölmedikleri için gazetelere düşmeyen binler de var tabii ki; bir de inşaat sektörü dışındaki kayıplar var. Soma’da yaşanan maden faciasında kaybettiğimiz 301 kişi, Tuzla’daki tersanelerde ucuzca ölen yüzler, onlarca farklı sektörde on para için ölen onlarca güzel insanlar, yüzü olmayan işçiler.
Bunların sonunda devletimizin konuyla ilgili yaptığı yorumlar var tabii ki. Akla onlarcası geliyor. Örneğin yeni başbakanımızın da kullanmaktan çekinmediği bir “şehit” damgası var. Sanki evladını yitirmiş ailelerin acısını dindirebilecekmiş, yapılan şeyde kendi ihmalkarlıklarının olduğunu unutturup ölümü güzelleştirebilecekmiş gibi kullanılan bir din istismarı bu. Eski başbakanımızın verdiği örnekler var. “İngiltere’de de oluyormuş bak” diyerek teselli bulacağımızı zanneden, “gördün mü her yerde oluyormuş bu” diyerek sanki her şeyi daha iyi görecekmişiz gibi davranan.
Bir de “fıtrat” var. Bu işin fıtratında ölümün olduğunu kast eden cümleler. Fıtrat Arapça’dan gelen bir kelime. Yaradılış, hilkat anlamına geliyor. Yani büyüklerimiz ölümü işçiliğin yaradılışında görüyorlar. Doğal görüyorlar. Onlara göre işçi olmak demek, bir noktada ölmek demek.
Hayır. İşçi olmanın yaradılışında olan, olması gereken tek şey isyandır.
“Çalışan” olmakla, “işçi” olmak arasında fark vardır. Bunu anlamak için, kapitalist sistemin temellerini algılamak gerekir. Kapitalist sistem, endüstri devriminin bir mevyesidir. Endüstriyel devrimden önce de tüccar burjuva sınıf mevcuttur, ama bunlar genel olarak aracı görevi görürler. Üretici ve tüketici bellidir. Tüccar ya kendi ürettiği, ya da üretenlerden sınırlı sayıda aldığı ürünleri üzerine kârını koyarak tüketiciye satar.
Fakat endüstriyel devrimden sonra seri üretim devreye girer. Seri üretim demek, üretici ile üreten kişi arasındaki bağın kopması demektir. Üreticinin ürüne yabancılaştırılması denir buna. Şöyle düşünün, eğer haftada sadece iki sandalye yapan bir marangozsanız ve kendi alın terinizi tüccarlara ya da direkt tüketiciye kendiniz satıyorsanız o sandalyeler üzerinde hak iddia edersiniz. Ama seri üretimle birlikte haftada yüz sandalye üretilir. Bu yüz sandalyeyi bir bant üzerinde konuşlanmış on işçi üretir. O on işçi için artık o sandalyelerin bir değeri yoktur, o sandalyelerin haklarını üretim araçlarının sahiplerine, yani kapitalistlere bırakmışlardır.
Daha da önemli bir ayrım getirir endüstri devrimi: İşçi sömürüsü. Yaygın yanılgının aksine kapital sahipleri kâr marjlarını ürün üzerinden sağlamaz. Ürünün fiyatını az çok pazar belirler. Eğer insanlar sandalyeye çok ihtiyaç duymuyorlar ve genel olarak üç liradan fazla vermiyorlarsa, kapital sahibi o sandalyeyi üç liradan piyasaya sürer. Fiyatını pazarın belirlediği ürünün kâr marjını işçiler belirler. Bir kapital sahibinin tek bir amacı vardır: İşçiye olabildiğince az para verip, oradan kurtardığı parayı kâra eklemek.
İşte işçiler buna isyan etmelidir. Ya sırtlarından böylesine bir para kazanmak için hem güvenliklerinden, hem ekmeklerinden -sanki kendilerininmiş gibi- kendi adlarına feragat eden kapital sahiplerine. Ya da buna kendi çıkarları için göz yuman ve asli görevinin vatandaşlarını korumak olduğunu iddia ettiği devlete.
Ama bizim kültürümüzde bunun aksi telkin edilir hep. Babaya isyan etme. Anneye isyan etme. Öğretmene isyan etme. Bırak komutanın seni aşağılasın. Sus müdürün ne derse desin. Sorun çıkarma. Çıkıntılık yapma. Bırak başkaları yansın. İsyan etme. İtaat et. Bize öğretilen daima budur.
Ama öğretilmesi gereken şey bu olmamalıdır. İsyan edilmesi gereken şey yanlıştır. Yıllardan beri bize öğretilen bu cümle “otoriteye isyan etmedir”, halbuki doğru telkin, “doğru yapılan işe isyan etme” olmalıdır. Ama yanlışa isyan et. Haksızlığa sessiz kalma. Kirli bir şey görüyorsan işaret et. İçine sinmeyen bir şey varsa belirt. Yanlış gördüğün şey konusunda susma, boyun eğme.
Biz hep bizim üzerimizde otorite figürü olarak görülen güç merkezlerine biat etme mantığıyla yetiştik. Öğrencisini döven öğretmene değil “illa ki bir şey yapmışsındır sen” cümlesiyle çocuğa kızdık. Haklarını ararken polis müdahalesine maruz kalan insanlara “efendi gibi hak arasaydınız polis vurmazdı” dedik. Her zaman “bunun yolu var, yöntemi var, böyle mi olur bu?” idi sorulan soru. “Ayıp” dendi.
Yanlışa isyanın ayıbı yoktur. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunun tartışması isyanla yapılmaz tabii ki, bu çözüm çarşaf bir cevap değildir hayatın tüm sorularına. Çoğu şey isyan edilecek denli kesin değildir… Ama biz burada hayatın en kesin yanlışından söz ediyoruz, biz burada ölümü konuşuyoruz. Beş yılda bin yedi yüzü aşkın ölen genci anlatmaya çalışıyoruz. Hayalleri olan, bazıları okul parası; bazıları ailesine ekmek çıkartabilmek için zor topların altına giren; hayatlarında içlerini göremeyecekleri evleri inşa etmek için canını tehlikeye atan adamlardan bahsediyoruz.
Ortada böyle bir ölüm, ihmallerin böyle böyle birikip yarattığı korkunç bir cinayet varsa, isyana ayıp denmez. İtaat beklenmez. Sırf “şehit” sözcüğü geçtiği diye ölüme saygı duyulmaz. Beş yılda bu ülkede inşaat kazalarına kaybedilen gençlerin sayısı o iğrenç binaların birinde yaşayacak insan sayısını üçe katladıysa sadece ve sadece isyan edilir. Çünkü tek amacı ve gayesi işçisinin canından ve emeğinden sömürü çıkartıp, kâr elde etmek olan sisteme karşı; işçinin fıtratı budur.