Bir kitabı satın alıp okumadan önce ne ile ilgili olduğunu hepimiz merak ederiz değil mi? Kitapçılarda dolanırken onca raf arasında yalnızca yeni basılmış kitap kokusunu içimize çekmek için aralamayız o sayfaları; aynı zamanda ilk birkaç sayfasını okumak için de bakarız içindeki dünyaya. Tabii herkesin tarzı olmayabilir bu; kimisi arka kapağı okuyarak tatminliğini test eder, kimi de uzun uzun birkaç bölüm okuyup bu kitabı alıp almayacağına karar verir. Sonuç olarak kitap da bir “tüketim” nesnesi, memnun kalıp kalmayacağımızı anlamak için ufak bir okuma testine tabi tutmak hiç de zararlı bir eylem değil.

Iain M. Banks’in 1987’de yazmış olduğu “Bir Kültür Romanı” isimli seriye dahil Phlebas’ı Hatırla, İthaki Yayınları çevirisi ile bizlerle buluşacak. Bu sırada da bilimkurgu klasiklerinin yepyeni bebeği olan bu kitaba dair bir fikir edinmek isterseniz diye sizlere ön okumasını sunuyoruz efendim, afiyetle!

blaine-fox-doodle118

———

Geminin adı bile yoktu. İnsan tayfası yoktu çünkü onu inşa eden fabrika gemisi uzun süre önce tahliye edilmişti. Yine aynı nedenden ötürü ne yaşam destek ne de konaklama birimleri vardı. Farklı savaş araçlarının elde olan parçalarından yapılmış yamalı bohça gibi bir gemi olduğundan ne belli bir sınıfa dahildi ne de filo numarası vardı ve adı yoktu çünkü fabrika gemisinin bu gibi inceliklere ayıracak zamanı kalmamıştı.

Tersane, gemiyi tükenmeye yüz tutmuş stoklarında bulabildikleriyle ellerinden geldiğince düzgün inşa etmişti, yine de silah, güç ve sensör sistemlerinin çoğu ya hatalıydı ya kullanımdan kalkmıştı ya da elden geçirilmeleri gerekiyordu. Fabrika gemisi kendisinin yok edilmesinin kaçınılmaz olduğunun farkındaydı ama son yaratısının kurtulacak hız ve şansa sahip olması için yok denecek kadar az da olsa bir ihtimal vardı.

Fabrika aracının elindeki tek kusursuz parça –henüz ham ve eğitimsiz olsa da– muazzam bir gücü olan Zihin’di; gemiyi onun çevresine inşa etmişti. Gemi bu Zihin’i güvenli bir yere götürebilirse fabrika aracı iyi bir iş çıkardığını düşünecekti. Tüm bunlar bir yana, fabrika aracının savaş gemisi çocuğuna isim vermemesinin başka bir nedeni daha vardı –belki de gerçek nedeni buydu– onda eksik olan başka bir şey daha olduğunu düşünüyordu: Umut.

Fabrika aracının inşa hangarından çıkarken geminin donanımının büyük kısmı hâlâ noksandı. Bütün gücüyle hızlanarak kendisini bekleyen tek şeyin tehlike olduğunu bildiği o yıldız fırtınasına daldı ve dört boyutlu bir spirale benzeyen yoluna koyuldu. İlgisiz bir sınıftaki, bakım görmüş bir araçtan alınan yorgun motoruna güç verip hiperuzaya geçti; doğum yerinin arkasında gözden kayboluşunu başka bir araçtan alınmış, savaşta hasar görmüş sensörlerle izledi ve bir başka araçtan devşirilmiş modası geçmiş silahlarını kontrol etti. Savaş gemilerine özgü bedeninde, dar, ışıksız, yüksek vakumlu alanlardaki inşaat dronları, sensörleri, yer değiştiricileri, alan jeneratörlerini, kalkan bozucuları, plazma odacıklarını, savaş başlığı haznelerini, manevra birimlerini, tamir sistemlerini ve işleyen bir savaş gemisi için gerekli olan daha binlerce irili ufaklı bileşeni yerlerine oturtmak ya da tamamlayıp işler hâle getirmek için canla başla çalışıyorlardı.

Yavaş yavaş, yıldız sistemleri arasındaki engin mesafeleri katettikçe aracın iç yapısı değişti, fabrika dronları görevlerini yerine getirdikçe daha az kaotik, daha düzenli bir hâl aldı. İlk yolculuğuna başlayalı birkaç on saat olduktan sonra geldiği yönü tarayarak iz sürücüsünü test ettiği sırada, gerisinde, çok ama çok gerisinde, bir zamanlar fabrika aracının olduğu yerde, devasa bir yok oluş patlamasının izlerini tespit etti. O durmaksızın genişleyen radyasyon küresini bir süre izledikten sonra sensörlerini doğruca önüne kilitleyip hâlihazırda aşırı yüklenmiş motorlarına daha da fazla güç verdi.

Gemi çatışmadan kaçınmak için elinden geleni yaptı; düşman araçlarının kullanma ihtimali yüksek güzergâhlardan kaçındı ve bir araca ait olabilecek herhangi bir sinyal aldığında bunu bir düşman gemisiyle temas olarak yorumladı. Ama aynı zamanda hem zikzak çizip hem durmadan rota değiştirip hem de yükselip alçalırken cüret edebildiği en düz güzergâhta dört boyutlu bir spiral çizerek içinde doğduğu galaktik kolun ince bir tutamının aşağısına ve ileriye doğru yoluna devam edip o engin körfezin kıyısına ve hemen kıyıdan sonra içine gireceği görece boş uzaya erişmeye çalıştı. Karşı tarafta, bir sonraki sarmal kolun kıyısında güvenliğe kavuşma ihtimali vardı.

Tam o ilk sınıra, yıldızların boşluğun kenarında pırıl pırıl bir uçurum gibi yükseldiği o sahile vardığında yakalandı.

Güzergâhı hasbelkader kaçak geminin yakınından geçen düşman araçlarından oluşan bir filo eğri büğrü, gürültülü emisyon küresini tespit edip onun yolunu kesti. Gemi doğruca aralarına düştü ve alt edildi. Güçsüz silahları, yavaş ve zayıf yapısıyla karşısındaki filoya herhangi bir hasar vermesinin imkânı olmadığını biliyordu.

Dolayısıyla o da kendisini imha etti; taşıdığı savaş başlıklarının patlamasıyla serbest kalan enerji bir anlığına, sadece hiperuzayda da olsa komşu sistemdeki sarı cüce yıldızın ışığını bastırdı.

Etrafına belli bir düzen içinde serpiştirdiği binlerce savaş başlığı aynı anda patlayarak kendisi de plazmaya dönüşmeden bir an önce içinden kaçması imkânsızmış gibi görünen, amansızca, dur durak demeden genişleyen bir ışınım küresine dönüştü. Çatışma bir saniyenin çok küçük bir kesirinde sonlanmıştı ancak o sürenin son birkaç milyonda birinde düşman filonun bilgisayarları yıldız sistemleri arasındaki devasa bir çiçeğin yaprakları gibi birbirinin üstünden açılan o enerji yayılımlarının oluşturduğu dört boyutlu labirenti kısa süreliğine analiz edip beklenmedik şekilde çıldırtıcı karmaşıklıkta bir kaçış yolu buldular. Ancak bu küçük, ilkel bir savaş gemisinin Zihin’inin planlayıp oluşturacağı ve ardından kullanabileceği bir yol değildi.

Söz konusu Zihin’in o yok oluş patlamasını kamuflaj olarak kullanıp tam olarak da bu yoldan kaçtığı anlaşıldığında artık hiperuzaydan çıkıp yakındaki sistemin tek başına ışıyan sarı güneşinin dördüncü gezegenine gitmesini engellemek için çok geç kalmışlardı.

Aynı zamanda geminin patlayan savaş başlıklarından çıkan ışığı engellemek için de çok geçti: Galaksi boyunca ilerleyen o gerçeküstü ışığa, gören herkesin anlayabileceği şekilde geminin başına gelenler, kaçan Zihin’in durumu ve konumu ilkel bir şifreyle kodlanmıştı. Belki de en kötüsü –ve tasarımları izin verseydi o elektronik beyinler bu noktada kederleneceklerdi– Zihin’in yarattığı patlamaların arasına gizlenerek kaçtığı gezegenin öyle kolayca saldırıp yok edebilecekleri bir gezegen olmamasıydı hatta üstüne bile inemezlerdi; bu iki galaktik tutamın arasındaki yer, Kasvetli Körfez denen boş bölgenin yakınındaki Schar Dünyası’ydı ve girilmesi yasak Ölü Gezegenlerinden biriydi.

1
SORPEN

Seviye artık üst dudağına gelmişti. Başını tüm gücüyle hücre duvarının sert taşlarına bastırdığında bile burnu su yüzeyinin azıcık üstünde kalıyordu. Bu defa ellerini çıkaramayacak, dolayısıyla boğulacaktı.

Hücrenin karanlığında, bütün o leş kokusu ve sıcaklığının içinde, şakakları ve sımsıkı kapalı gözlerinin üstünden ter boşanıyor ve transı bitmek bilmemecesine devam ederken zihninin bir kısmı onu öleceği fikrine alıştırmaya çalışıyordu. Diğer yandan sessiz bir odada vızıldayıp duran ama bir türlü göremediği bir böcek gibi aklına takılmış, gitmek bilmeyen, hiçbir işine yaramayan, sadece canını sıkan bir şey vardı. Bir cümleydi bu, durumla ilgisi yoktu, çok alakasızdı ve o kadar eskiden kalmıştı ki nerede duyduğunu ya da okuduğunu hatırlayamıyordu ama işte bir kavanozun içinde döndürülen bir misket gibi aklının içinde dönüp duruyordu:

Bozlen İki’nin Jinmotileri Yılkral’ın yakın ailesinin atadan gelen ritüel suikastçılarını Kıtasal Empataur’un Hazan Mevsimi’nde döktüğü gözyaşlarında boğarak öldürürler.

Bir noktada, çilesi başlayalı çok geçmemiş, henüz transına da tam başlamamışken kusarsam ne olur diye merak etmişti. Sarayın mutfakları –hesapları doğruysa yaklaşık on beş on altı kat yukarıdaydılar– atıklarını lağım hücresine giden dolambaçlı borulardan aşağıya göndermişti. Çağlayarak aşağıya inen sulu şey, zavallı bir mahkûmun pislik ve çöplerin içinde boğulduğu son zamandan kalan çürük bir yiyecek parçasını sıkıştığı yerden çıkarıp içeri sürüklemişti, adam da işte o anda kusacak gibi olmuştu. Sonra da yaptığı hesapların sonunda kusmasının ölüm zamanını etkilemeyeceğini görmek neredeyse içini rahatlatmıştı.

Ardından şunu merak etmişti –ölümle yüz yüze gelip de beklemek dışında bir şey yapamayanları bazen etkisi altına alan o tedirgin saçmalama hâlindeydi çünkü– acaba ağlamak ölümünü hızlandırır mıydı? Teoride öyle olsa da pratikte bir fark yaratmayacağına karar vermişti ama işte o sırada o cümle aklında dönmeye başlamıştı.

Bozlen İki’nin Jinmotileri Yılkral’ın yakın ailesinin atadan…

Sıvı –ki kendisini hiç gereği olmayan bir netlikte duyup hissederek kokusunu alabiliyordu ve sıradan olmaya çok uzak gözleri açık olsaydı büyük ihtimalle görebilirdi de– kısa süreliğine kabarıp burnunun ucuna dokundu. Sıvının burun deliklerini tıkadığını hissetti ve hemen ardından burnu midesini altüst eden leş gibi bir kokuyla doldu. Ama sonra başını iki yana sallayıp kafatasını daha da geriye iyice taşlara doğru itmeye çalıştı ve o berbat koku aşağıda kaldı. Aşağı doğru nefes verince de yeniden soluk alabildiğini fark etti.

Artık çok kalmamıştı. Bileklerini bir kez daha kontrol etti ama faydası yoktu. İşlemin tamamlanmasına daha bir saat vardı ve onun elinde olan ise sadece dakikalardı – o da şansı yaver giderse.

Zaten transtan çıkmaya başlamıştı. Neredeyse tam bilince geri dönüyordu, sanki beyni kendi ölümünü, kendi yitişinin tadını sonuna kadar çıkarmak ister gibiydi. Derinlikli bir şeyler düşünmeye ya da hayatını gözünün önünden büyük bir hızla geçirmeye ya da bir anda eski bir aşkını, uzun zamandır unutulmuş olan bir kehaneti ya da bir duru görüyü hatırlamaya çalıştı ama hiçbir şey yoktu, sadece bomboş bir cümle ve başka insanların pisliklerinin, atıklarının içinde boğulmasına eşlik eden hisler vardı.

İhtiyar piçler, diye düşündü. Orijinallik ya da hakiki bir mizah unsuru taşıyan az sayıdaki hamlelerinin biri de zarif, ironik bir ölüm yöntemi icat etmeleriydi. Elden ayaktan düşmüş, çelimsiz bedenlerini ziyafet salonlarının tuvaletlerine sürüklemek ve düşmanlarını kelimenin tam anlamıyla üstlerine sıçarak öldürmek onlara ne kadar da uygun geliyor olmalıydı.

Hava basıncı yükseldi ve uzaklardan bir sıvı kitlesinin yaklaştığını haber veren bir inleme geldi; birisi yukarılarda sifonu çekmişti. İhtiyar piçler. Yani, en azından sen sözünü tuttun Balveda.

Tavandaki borular foşurdayıp atık su, hücreyi neredeyse doldurmuş olan sıvının içine şap diye düşerken beyninin bir

kısmı Bozlen İki’nin Jinmotileri Yılkral’ın yakın ailesinin atadan… diye düşündü. Dalga yüzünün üstünden geçip gerileyerek burnunu bir saniyeliğine boş bırakınca ciğerlerine hırsla hava doldurdu. Sonra da sıvı nazikçe yükselerek bir kez daha burnunun ucuna dokundu ve orada kaldı. Nefesini tuttu.

Onu astıklarında, önce canı yanmıştı. Sıkı deri keselerin içindeki elleri başının hemen üstünde, demir halkalarla hücre duvarlarına kelepçelenmişti ve bütün ağırlığını taşıyorlardı. Ayakları birbirlerine bağlanıp yine duvara sabitlenmiş olan demir bir tüpün içine sarkıtılmışlardı, böylece ağırlığını ne ayaklarına ya da dizlerine aktarabiliyor ne de ayaklarını duvardan bir el mesafesinden fazla uzaklaştırabiliyordu. Tüp dizlerinin hemen üstünde son buluyordu; onun üstünde de sadece ihtiyar, buruşuk cinsel organını kapatan kirli bir paçavra vardı.

İkisi, merdivenin üstüne tünemiş dört iri kıyım muhafız onu yerine yerleştirirken elini çabuk tutup bilekleriyle omuzlarındaki acı hissini kapatmıştı. Öyle olsa da kafatasının arkasında o anda canının acıyor olması gerektiğini belirten ısrarlı bir karıncalanma hissediyordu. Küçük lağım hücresindeki atık su yükselip onu kaldırdıkça o his azalmıştı.

O anda; muhafızlar kapıdan çıkar çıkmaz transa geçmeye başlamıştı, gerçi büyük ihtimalle nafile bir iş yaptığının bilincindeydi. Ama bu uzun sürmemişti; dakikalar içinde hücrenin kapısı açılmış ve bir muhafız hücrenin büyük zemin taşlarının üstüne metal bir yürüme yolu yerleştirmiş ve koridordan gelen ışık karanlığın yerini almıştı. Değişçin transını durdurup ziyaretçisi kim diye boynunu büküp kapıya bakmıştı.

Sorpen Gerontokrasisi’nin güvenlik bakanı kambur, kocamış bedenli Amahain-Frolk, elinde soğuk bir maviyle parıldayan asasını tutarak hücreye adım atmıştı. Yaşlı adam ona gülümseyip gördüklerini onaylarmışçasına başını yukarı aşağı sallamış, sonra da ince, rengi bozulmuş eliyle hücrenin dışında duran birine içeriye gelmesini işaret etmişti. Asılı

duran adam dışarıda duranın Kültür ajanı Balveda olacağını düşünmüş ve haklı çıkmıştı. Kadın hafif adımlarla metal iskelenin üstüne çıkıp yavaşça etrafına bakınmış, bakışlarını ona dikmişti. O da gülümseyip selam vermek için başını eğmeye uğraşırken kulakları çıplak kollarına sürtünmüştü.

“Balveda! Ben de seni bir daha görürüm diye düşünmüştüm. Partinin sahibini görmeye mi geldin?” Adam kendini zorlayarak sırıttı. Resmi olarak bu onun verdiği bir ziyafetti; ev sahibi de oydu. Gerontokrasi’nin küçük şakalarından biriydi işte. Sesinin korkusunu ele vermemesini umdu.

Kültür’ün ajanı Perosteck Balveda yanındaki yaşlı adamdan bir baş uzundu ve mavi ışıldağın ruhsuz ışığında bile göz alıcıydı. İnce, narin yapılı başını ağır ağır iki yana salladı. Kısa, siyah saçı kafatasının üstünde bir gölge gibi duruyordu.

“Hayır,” dedi kadın. “Seni ne görmeyi ne de veda etmeyi istedim.”

“Beni buraya sokan sensin Balveda,” dedi adam da yavaşça.

Amahain-Frolk, “Evet, ait olduğun yere,” deyip platformun dengesini kaybedip nemli zemine basmasına gerek kalmadan gidebildiği kadar uca doğru yürüdü. “Önce sana işkence etmek istemiştim ama Bayan Balveda Hanımefendi” –bakanın tiz, çatlak sesi başını kadına çevirirken hücrenin duvarlarında yankılandı– “senin için ricacı oldu, Tanrı bilir neden. Ama evet, sen tam da buraya aitsin; katil.” Asasını hücrenin kirli duvarında asılı duran neredeyse tamamen çıplak adama doğru salladı.

Balveda, kadının ayaklarına baktı, üstündeki uzun, düz, gri cüppenin altından sadece parmak uçları görünüyordu. Zincir kolyesinin ucundaki daire şeklindeki süs, koridordan gelen ışıkta parıldadı. Amahain-Frolk da kadının arkasına geçmiş, parlayan asasını havaya kaldırıp gözlerini kısarak mahkûma bakıyordu.

“Biliyor musun, şu anda bile orada asılı duranın Egratin olduğuna yemin edebilirim. Ben…” Adam sıska, kemikli başını iki yana salladı. “…o olmadığına inanmakta güçlük çekiyorum, en azından ağzını açana kadar. Tanrım, bu Değişçinler tehlikeli, korkunç yaratıklar!” Yaşlı adam, Balveda’ya döndü. Balveda saçlarını arkaya yatırıp başını aşağıya doğru eğerek yaşlı adama baktı.

“Bakan Bey, Değişçinler aynı zamanda kadim, gururlu bir halk ve onlardan geriye çok az kaldı. Sizden bir kez daha rica edebilir miyim? Lütfen? Bırakın yaşasın. Belki kendisi–”

Gerontokrat ince, büklüm büklüm olmuş elini ona doğru sallarken yüzü buruştu. “Hayır! Bayan Balveda Hanımefendi, bu… bu suikastçı, bu katil, bu hain, bu… casusun bağışlanmasını isteyip durmazsanız iyi edersiniz. Dışdünya bakanlarımızdan birinin korkakça katledilip yerine geçilmesini hafife alacağımızı mı sanıyorsunuz? Bu… bu şey ne büyük bir zarar verebilirdi bir düşünsenize! Abartmıyorum onu tutuklarken muhafızlarımızdan ikisi sadece tırmalandıkları için öldüler! Diğeri de bu canavar gözüne tükürdüğü için hayat boyu kör kaldı! Lâkin,” Amahain-Frolk duvara zincirlenmiş adama bakıp aşağılamayla burnundan soludu, “o dişleri söktük.

Elleri de kendini bile kaşıyamasın diye bağlandı.” Yeniden Balveda’ya döndü. “Az mı kaldılar dedin? Bence çok iyi; bir tane daha eksilmiş olacaklar.” Yaşlı adam gözlerini kısıp kadına baktı. “Bu sahtekârın, bu katilin foyasını çıkardığınız için size, halkınıza minnettarız ama bu, bize ne yapacağımızı söyleme hakkınız olduğu anlamına gelmiyor. Gerontokrasi’de herhangi bir dış unsurla bağlantımız olmasını istemeyenler var ve savaş yaklaştıkça sesleri daha yüksek çıkmaya başladı. Davanızı destekleyen vatandaşlarımıza ters gidecek bir şey yapmazsanız iyi olur.”

Balveda dudaklarını büzüp bir kez daha ayaklarına bakarak narin ellerini arkasında birleştirdi. Amahain-Frolk dikkatini yeniden duvarda asılı duran adama çevirip asasını ona doğru sallayarak konuşmaya başladı. “Yakında öleceksin, düzenbaz seni, efendilerinin barışçıl sistemimize hâkim olma planları da seninle beraber ölecek! Bizi işgal etmeye çalışırlarsa onları da aynı kader bekliyor. Biz ve Kültür–”

Adam başını yapabildiği kadar iki yana sallayıp kükreyerek karşılık verdi. “Frolk sen geri zekâlının tekisin!” Yaşlı adam sanki yumruk yemiş gibi sindi. Değişçin devam etti. “Ne olursa olsun egemenliğinizi kaybedeceğinizin farkında değil misin? Büyük ihtimalle İdirlilere onlar olmazsa da Kültür’e. Artık kaderinizin kontrolü sizde değil; savaş buna tamamen son verdi. Kısa süre sonra bu sektör cephenin parçası olacak, eğer siz kendiniz onu İdir uzayının bir parçası yapmazsanız. Ben buraya sadece sizin hâlihazırda biliyor olmanız gereken şeyi söylemek için gönderildim – sizi kandırıp sonradan pişman olacağınız bir şey yapmaya itmek için değil. Tanrı aşkına, İdirliler sizi yemeyecekler be adam–”

“Ha! İsteseler yerlermiş gibi görünüyorlar ama! Üç bacaklı canavarlar, işgalciler, katiller, kâfirler… onlarla ittifak mı kuralım istiyorsun? Üç bacak uzunluğunda canavarlarla? Toynaklarının altında un ufak olalım diye mi? Sahte tanrılarına tapalım diye mi?”

“En azından onların bir tanrıları var Frolk. Kültür’ün yok.” Konuşmaya odaklandığı için kollarındaki ağrı geri dönmüştü. Ağırlığını elinden geldiğince rahat edecek şekilde kaydırıp bakana baktı. “En azından onlar sizinle aynı şekilde düşünüyorlar. Kültür düşünmüyor.”

“Of dostum, yok, yook.” Amahain-Frolk bir elini ona doğru kaldırıp başını iki yana salladı. “Böyle nifak tohumları ekemezsin.”

“Tanrım, sen ne salak bir ihtiyarmışsın be,” dedi adam gülerek. “Kültür’ün bu gezegendeki gerçek temsilcisi kimdir bilmek ister misin? O değil.” Başıyla kadını işaret etti. “Her yere peşinden gelen şu et kesici, bıçak mermisi. Kararları o veriyor olabilir, makine onun istediğini yapıyor olabilir ama gerçek elçi o. Kültür’ün bütün olayı bundan ibaret: Makinelerden. Balveda’nın iki bacağı ve yumuşak bir teni var diye onun tarafında olman gerektiğini düşünüyor olabilirsin ama bu savaşta yaşamın tarafında olanlar İdirliler–”

Gerontokrat burnundan soluyup, “Yani sen de kısa süre sonra onun öbür tarafında olacaksın,” dedi, düşürdüğü kaşlarının altından duvara zincirli adama bakan Balveda’ya başını çevirdi. Amahain-Frolk hücreden çıkarmak için dönüp kadının kolunu tutarak, “Hadi gidelim Balveda Hanımefendi.” Bu… şey hücreden daha kötü kokuyor.”

Balveda o anda kendisini çıkışa doğru çekiştiren kambur, küçücük kalmış bakanı umursamayıp adama baktı. Berrak, simsiyah gözlerini doğrudan mahkûma çevirerek ellerini iki yana açıp ona, “Üzgünüm,” dedi.

Mahkûm da başını öne doğru sallayarak, “İster inan ister inanma ben de aynen öyle hissediyorum,” diye karşılık verdi. “Sadece bu gece çok az yiyip içeceğine söz ver yeter Balveda. Yukarıda benim tarafımda olan bir kişinin olduğuna inanmayı isterdim. O kişi en kötü düşmanım olsa da fark etmez.” Meydan okuyan, komik bir şekilde konuşmaya çalışmıştı ama tek yapabildiği kulağa kuyruk acısıyla konuşuyormuş gibi gelmek olmuştu; bakışlarını kadının yüzünden çevirdi.

“Söz veriyorum,” dedi Balveda. Bakanın kendisini kapıya götürmesine izin verdi ve onlar çıkarken o mavi ışık, rutubetli hücrenin içinden yavaşça kayboldu. Balveda tam kapının eşiğinde durunca mahkûm sırf onu görebilmek için başını canı acıyana dek ileri doğru uzattı. Bıçak merminin de de orada olduğunu fark etti, odanın hemen içindeydi; büyük ihtimalle hep oradaydı ama zarif, keskin, küçük gövdesiyle karanlığın içinde havada süzüldüğünü fark etmemişti. Balveda’nın kara gözlerine baktığı sırada bıçak mermi hareket etti.

Bir saniye için Balveda’nın küçük makineye kendisini o anda öldürme emri verdiğini düşündü – bedeniyle AmahainFrolk’un görüş alanını kapatırken sessizce ve çabucak işini bitirmesini buyurduğunu. O an kalbi yerinden çıkacakmış gibi attı. Ama küçük cihaz sadece Balveda’nın yüzünün önünden geçip koridora devam etti. Balveda veda etmek için bir elini kaldırdı.

“Bora Horza Gobuchul,” dedi kadın, “elveda.” Çabucak arkasına dönüp platformdan ileriye doğru bir adım atarak hücreden çıktı. Yürüme yolu kaldırıldı, kapının lastik kenarları pislik içindeki zemine sürtünerek sertçe kapandı ve ardından içindeki mühürler tıslayarak kapanınca su geçirmez oldu. O da bir anlığına orada öylece asılı halde durup bakışlarını göremediği zemine yönelttikten sonra bileklerini Değiştirip incelterek kaçmasını sağlayacak transa geri döndü. Ama Balveda’nın ismini telaffuz edişindeki o vakur, nihai tavır içini eziyordu ve daha önce fark etmediyse bile o anda oradan kaçışın olmadığını anladı.

gözyaşlarında boğarak öldürür

Ciğerleri patlıyordu! Ağzı titriyor, boğazı kasılıyordu, pislik kulaklarını doldurmuştu ama muazzam bir kükreme duyuyor, zifiri karanlığın içinde parlak ışıklar görüyordu. Karın kasları bir içeri çekilip bir dışarı çıkıyordu ve olmayan havayı içine çekebilmek için açılmak isteyen ağzını zorla kapalı tutması lazımdı. Şimdi. Hayır… esas şimdi pes etmeliydi. Daha değil… artık kesin şimdi. Şimdi, şimdi, şimdi, artık her an pes edebilir, içindeki şu korkunç, kara boşluğa teslim olabilirdi… nefes alması lazımdı, hem de… şimdi!

Ağzını açmaya fırsat bulamadan bir şey onu duvara fırlattı – sanki devasa bir demir yumruk ona bindirmiş gibi taşlara çarpılmıştı. Bütün bedenini kasan tek bir nefes vererek ciğerlerindeki bayat havayı dışarı boşalttı. Vücudu aniden soğumuştu ve duvarın yanındaki her bir parçası acıyla zonkluyordu. Görünüşe bakılırsa ölüm ağırlık, acı, soğuk… ve çok çok fazla ışık demekti.

Başını kaldırdı. Işığa bakıp inledi. Görmeye çalıştı, duymaya çalıştı. Neler oluyordu? Neden nefes alıyordu? Neden bu kadar berbat bir ağırlığı vardı? Vücudu kollarını yerlerinden çıkaracak gibiydi; bilekleri neredeyse kemiğe kadar kesilmişlerdi. Bunu ona kim yapmıştı?

Karşısındaki duvarın yerinde hücre bloğunun olduğu katın aşağısına uzanan çok büyük, biçimsiz bir delik vardı. Bütün pislik ve atıklar oradan aşağıya boşalmıştı. Son birkaç damla da yarığın sıcak kenarlarına çarpıp buharlaşırken tıslayarak, deliğin önünde durmuş, dışarıdan, Sorpen’in açık havasından gelen parlak ışığın büyük kısmını kapatan bir figürün etrafında dönerek yükselen buharlar çıkarıyorlardı.

Figür üç metre boyundaydı, bir tripodun üstünde duran küçük bir zırhlı savaş gemisine benziyordu. Miğferi yan yana üç insanın başını alabilecek kadar büyük görünüyordu. Devasa elinde neredeyse farkında değilmiş gibi tuttuğu plazma topunu ise Horza ancak iki kolunu kullanarak kaldırabilirdi; yaratık diğer elini biraz daha büyük bir silahın çevresinde yumruk yapmıştı. Arkasından da Horza’nın artık bağlı olduğu demir ve taşlardan hissedebildiği patlamaların ışığının canlı renkleriyle aydınlanan bir İdir silah platformu yaklaşıp burnunu hafifçe deliğe sokmuştu. Horza başını yarıkta duran deve doğru kaldırıp gülümsemeye çalıştı.

Çatlak bir sesle etrafa tükürük saçarak, “Yani,” deyip ardından yere tükürdü, “hiç gelmeseydiniz bari.”

Author

Geveze, aşırı heyecanlı, domates surat. Ailenizin mülayim, cep tipi ponçiği. Profesyonel inek. Özel gücü ise role play yazmak. @poncikbruiser

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.