İlk John Wick filmi 2014 yılında vizyona girdiğinde kimse filmden sıradan tetikçi filmlerinin verdiğinden fazlasını beklemiyordu. Ne de olsa dışarıdan görünen, eski bir jönün fiyakalı giydirilip eline bir düzine silah sıkıştırılarak kamera önüne konmasıydı. Anlayacağınız, her zamanki formül tekrar ediliyor gibiydi. Filmi izlemeye bu ön yargı ile başlayanlar daha ana karakterin motivasyonu belirlenir belirlenmez, ön yargılarını kırmak için etrafta bir balyoz aramaya başladılar. Evet John Wick intikam peşinde bir tetikçiydi, fiyakalı giyiniyordu ve eline bir düzine silah alıp bırakıyordu. Ama intikamını aldığı şey ne “Babam seni bulacak oğlum, bak görürsün!” diye çemkiren kaçırılmış kızıydı ne de kötü adamın suratına tükürerek iyi bir halt yediğini sanan güzeller güzeli karısı. John Wick diğer klişeleşmiş tetikçilerin aksine huzurunun intikamını alıyordu, huzurunu bozanları avlıyordu.
John Wick: Chapter 2 ise işte böyle ön yargı bozucu bir başlangıcın ardından geldi. Öncülünün koyduğu çıtaya erişmesi şarttı ki rahatlıkla erişti de: Silahlı yakın dövüşü hiçbir filmin beceremediği kadar gerçekçi göstermesi gerekiyordu, suç dünyasının şirketleşmiş hiyerarşisini çizebilmesi gerekiyordu, aksiyon filmlerinde görülmedik bir estetik yansıtması gerekiyordu ve John Wick: Chapter 2 tüm bu gereklilikleri yerine getirebildi. Film, ilk filmi beğenen kimsenin sinema salonundan ayrılırken hayal kırıklığı yaşamaması için yapması gereken her şeyi yapmıştı. Ancak ve ancak, eğer ilk filmin performansı nedeniyle John Wick filmlerini sıradan tetikçi filmlerinden ayırarak değerlendirmemiz gerekiyorsa söylenmesi gereken bir de olumsuz şey var: John Wick: Chapter 2 iyi bir devam filminin ilk şartı olan öncülünün çıtasına ulaşma becerisini sergilemiş olsa da ikinci önemli şartı, çıtayı bir gıdım da olsa ileri taşıma şartını yerine getirebilmiş değil.
Film hakkında söylenen olumlu, olumsuz eleştirileri yazının devamında detaylı şekilde inceleyeceğiz. Yani resimden sonrası minimum düzeyde de olsa spoiler içerecek, demedi demeyin!
İlk John Wick filminin ön yargıları kırarken en çok özgün motivasyondan yararlandığını belirtmiştik. Chapter 2 ne yazık ki bu konuda zayıf kalıyor çünkü kullandığı motivasyonun öncülünden neredeyse hiçbir farkı yok: Suç dünyasının pis işleri yine John Wick’in huzur getirmeye çalıştığı yalnız yaşamını altüst ediyor. Tek fark, bu sefer köpeği hayatta ve huzurunu kaçıranlar bunu biraz daha kasıtlı yapıyorlar. Gerisi aynı terane; John Wick yine diyar diyar gezerek emekli olmadığını duyuruyor, kendini hazırlıyor ve huzurunu kaçıran mafyayı -geçen sefer Rus’tu bu sefer Meksikalı- geriye tek adam bırakmayacak şekilde avlıyor. Ha, buralar zevkli değil mi, elbette zevkli. Zaten John Wick’i sevmemize etki eden faktörler bunlar. Ancak 2014’te izlediklerimize göre sağlanan farkların ufak tefek detaylardan ibaret olması biraz can sıkıcı. Fitili ateşlerken öncülünün kullandığı çakmağın farklı renklisini kullanmak yani -süslü kelimeleri atarsak- yeteri kadar fark koyamamak John Wick: Chapter 2’nun iki günahından ilki.
İkinci günahtan bahsetmeden önce -ki zaten bu günah filmin finaline konuşlanmış- filmin ihya eden yönlerinden bahsedelim. Bu konuda önceliği favorime, John Wick’in dünya yaratmadaki başarısına vermek istiyorum. İtiraf edelim; olabildiğince etik yaşamaya çalıştığımız hayatlarımızda, etiğin olmadığını varsaydığımız suç dünyasına karşı gizliden gizliye bir merak bir hayranlık geliştiriyoruz. Kendi adıma bu merak ve hayranlık hissinin, düzenin ve etiğin minimumda olduğu bir hayata duyulan arzudan kaynaklandığını düşünmüşümdür. Fakat iki John Wick filminin el ele yarattığı suç dünyasını izlerken düşüncemi baştan sona sorgulama ihtiyacı hissettim. Çünkü yaratılan o suç dünyasında, bizim hayatlarımızda olmadığı kadar sert bir etik yasası ve en az bizim hayatlarımızda olduğu kadar itiraz kabul etmeyen bir düzen var. Bunlara rağmen benim ve eminim sizin de duyduğumuz merak ve hayranlıkta en ufak bir azalma yok, aksi gibi ciddi bir artış var.
İlk filmde yaratılan dünya yine çok ilgi çekici olsa da daha çok yardımcı konumdaydı. Sistemin varlığını hissediyordunuz ancak etkileri biraz deux ex machina kıvamında, yani çok tepeden inme kalıyordu. Chapter 2 ile birlikte hayran yazılarında güvenli bölgeye ithafen Continental olarak adlandırılan sistem, olayların göbeğine hatta objektif baktığınızda olan her şeyin girişine, gelişmesine ve sonucuna yerleşti. İyi de oldu çünkü The Continental’in dünya çapında varlığı, sadece sistemin para birimiyle ulaşabildiğiniz hizmetler, işlerin kızışmasına katkı sağlayan kurallar filme tat katan hatta belki filmin gizli formülü olan etmenlerdi. Ama yine bu konuda büyük alkışı ilk film hak ediyor, nihayetinde The Condinental’ı ve dolayısıyla sistemi yaratan film ilk filmdi; Chapter 2 ise elindeki gizli formülü nasıl kullanacağını iyi biliyordu.
Yaratılan dünya kadar çizilen John Wick personası da bahsedilmeyi hak ediyor. Esas kişinin bir şekilde herkesten üstün görüldüğü filmlerde kişiye verilen sıfatlar genelde afişe yazdığınızda havalı duracak boş laflardan ibaret oluyor. John Wick ise aldığı her sıfatın hakkını seyircisinin önünde veriyor: Hakkında Ölüm Getiren veya Azrail dendikten sonra öldürmeye gittiği kişi kaçışının olmadığını bilerek intihar ediyor, afişte Kurşungeçirmez yazıldığında John belki gidip ölümsüzlük iksiri bulmuyor ama astarı kurşun geçirmeyen bir takıma servet döküyor. Kısacası John Wick sahneye çıktığında seyircinin gördüğü altın kaplama bakır değil neyse o olan bir demir külçe oluyor. Karakter size kendini bu şekilde kanıtladıktan sonra adının dünya çapında sayıklanması şüphe uyandırıcı olmuyor.
E tabi, John Wick dendiğinde konuşulması gereken bir de aksiyon sahneleri var. Chapter 2 ilk filmin o gerçekçi ve etkileyici yakın mesafeli silah aksiyonlarını bol bol barındırıyor. Bu sahnelerin büyüsü, aynı Daredevil dizisinde de takdir edildiği gibi kahramanın ve karşısındakilerin şiddete gerçekçi tepkiler vermesinde. John Wick filmin geneline hakim aksiyon sahneleri boyunca yorulabiliyor, kafa karışıklığı yaşayabiliyor, korkabiliyor; yani onun olduğu durumda olsa her insan evladının vereceği tepkileri veriyor. Gerçekçi tepkilere bir diğer ve en az öncekiler kadar önemli olan örnek ise aynı zamanda dövüş koreografisinin temelini de oluşturuyor: Neresinden vurulduğuna bakmadan ölen insanlar, bitmeyen şarjörler, asla hata yapmayan kahramanlar John Wick’in alışkanlıkları arasında yok. Dolayısıyla kahramanın mühimmat kovaladığı, düşmanının kafasına sıkmadan pas geçmediği, ciddi yaralar alıp kaçtığı bir dövüş koreografisi ortaya çıkıyor. Yenilmez denilen kahramanın nelere rağmen yenilmediğini değil, neler sayesinde yenilmediğini izliyoruz.
Eğer John Wick: Chapter 2’nun ilk filmden çok daha iyi olduğunu duyduysanız bunun sebebini şimdi size açıklayacağım: Chapter 2, görüntü bakımından öncülünün çok üstünde. Özellikle aksiyon sahnelerinde kendini öne çıkaran neon tonlardaki ışık, aksiyon filmlerinin genelinde kullanılan metalik ya da karanlık tonlara eşsiz bir alternatif oluyor. Işığın aksiyon üzerindeki etkisi; ışığın yardımıyla verilen gerginlik, sakinlik gibi hislerle John Wick: Chapter 2’da göz önüne seriliyor. Ayrıca mekan seçimi ve mekanların dizayn edilişi de çapını büyütmeye çalışan bir yapıma yakışacak denli başarılı gerçekleştirilmiş. Film görüntü anlamında öncülünün önüne belirgin şekilde geçtiyse, çıta nasıl aşılamadı diye soracak olursanız; mesele Hollywood filmi olduğunda olay, görüntüden önce gelir ve Chapter 2 zorlama başlangıcı ve daha zorlama finaliyle olay anlatımında öncülünün bir adım gerisinde kalıyor. Böyle bir görsel anlatıma sahip olarak adımını telafi edip eşit seviyeye ulaşabiliyor.
Filmin eleştireceğimi belli ettiğim finalinden önce oyunculuklara dikkat çekmeden geçmek istemiyorum, hele ki film bünyesinde birden fazla ağır top barındırırken. Sanıyorum ki Morpheus ve Neo mazisinden kaynaklı olarak ilk bahsetmem gereken isim Laurence Fishburne. Fishburne kendisinden aksi beklenmediği üzere üstlendiği rolü az sayıdaki sahnesine rağmen akılda kalıcı noktaya taşıyabiliyor. Jargonuyla, jestleriyle karakteri Bowery King’in bir piyondan istihbarat şahına evrildiğine izleyiciyi ikna edebiliyor. Bir diğer ağır top Ian McShane, ilk filmden tanıdığımız Winston rolünü yani Continental New York’un sahibini oynamak üzere geri dönmüş. İlk filmde oluşturduğu hem tehditkar hem de babacan olabilen mizacı, devam filmi için de yanında getirmiş. Final sahnesindeki duruşuylaysa bu mizaca sağlam bir otoriterlik getirerek karakterinin suç dünyasına düşen gölgesini iki katına çıkarmış. Castın geri kalanı ise başta İtalyan jön Franco Nero olmaz üzere, Riccardo Scamarcio, Lance Reddick, Ruby Rose, Rashid Lynn (Common) performanslarını en üst noktada tutmaya özen göstermişler.
Merak etmeyin oyunculuk överken Keanu Reeves’i unutmadık, aksi gibi kendisine ayrı bir paragraf açma ihtiyacı duyduk. Tabi tahmin edersiniz bu Reeves’in duygudan duyguya geçen mimikleri yüzünden değil, zira Reeves Matrix’ten bu yana olabildiğine durgun yüz ifadelerine ve repliklere sahip bir oyuncu. Bunlar kulağa bir oyuncu için dezavantaj için gibi gelebilir ancak eğer doğru rol seçimi yaparsanız aksine birer avantaja dönüşeceklerdir. Sonuçta John Wick’ten ağlatan replik vurguları ya da kahkaha attıracak mimikler bekleyen yok değil mi? Reeves hakkında asıl övülmesi gereken mesele, aktörün hiçbir şekilde dublör kullanmaması. Evet, 53 yaşındaki Reeves iki John Wick filminde de, hatta kariyerindeki hiçbir filmde dublör kullanmadı. Film boyunca merdivenlerden yuvarlanan, araçlarca çarpılan, camların içinden geçen adam Keanu Reeves. Önce bir dakikalık sessizlik, sonra dev bir alkış!
Şimdi gelelim yazının ta en başındaki bahsettiğimiz ikinci günaha, filmin sonundaki büyük zorlamaya. Aslında film finalde çok iyi bir yere gidiyor gibi duruyordu. John, The Continental’ın en önemli kuralını çiğnedikten sonra haliyle karşısında Winston’ı bulmalıydı, buldu da. Winston her ne kadar duruşuyla, sözleriyle dev bir otoriteye ve sandığımızda daha büyük birine dönüştüyse de John’u oracıkta öldürtmemesiyle iki filmdir yaratılan Continental korkusunu bir nebze boşa çıkardı. John’un intikam ateşini bu sefer de tüm suç dünyasını kaplayacak seviyede harlaması da yine iki filmdir yaratılan akıl, mantık sahibi personayı bir miktar hiçe saydı. Ha, gösterilmek istenen geçiş huzur isteyen adamdan intikam isteyen adama geçiş ise durum daha kötü çünkü “Herkesi öldüreceğim, babam da gelse öldüreceğim!” repliği en az “Kanın akar mı? Akıtacağım!” kadar çaresiz duruyordu. Kısacası eşsiz adımlar atan bir yapımın devam etme isteği anlaşılabilir bir şey. Ancak devamın; daha çok adam, şimdi de daha daha çok adam bayatlığında yapılacak olması pek kabul edilebilir değil.
Chad Stahelski’nin yönettiği, Keanu Reeves’in dublörsüz oynadığı, fark yaratmakla ünlü aksiyon serisi John Wick’in ikinci filmi Chapter 2; 10 Şubat’tan bu yana sinema salonlarında ve bir süre daha sizin seyrinizi bekliyor olacak.