İnsanoğlu başka dünyaların hikâyelerini anlatmaya başladığından beri bu dünyalarda yaşayan yüzlerce farklı karakter ile tanıştık. Zombiler, elfler, orklar, cüceler, kurt adamlar ve tabii ki vampirler… Bizim dünyamızda göremediğimiz bütün bu yaratıklar fantastik dünyalarından birer birer çıkarak kitaplarımıza, filmlerimize ve dizilerimize konu oldular. Bunların en meşhuru ise tabii ki Drakula!
Gündüzleri bir tabutta uyuyan ve geceleri insanların kanlarını emerek dehşet saçan vampirlerin söylenceleri geçip tarih sahnesine ilk çıkışları on sekizinci yüzyılın başlarını buluyor. Sırbistan’da birkaç kişinin insan kanı emdiğinden şüphelenerek başlayan gayrı resmi vampir söylentilerine, yazılı edebiyat anlamında ilk defa 1748 yılında Heinrich August’un kaleminden çıkan The Vampire isimli bir kısa şiirde rastlanıyor. Bu türdeki asıl önemli eserler ise on dokuzuncu yüzyılın gelmesiyle beraber verilmeye başlanıyor.
Aralarında vampir edebiyatının başlangıcı kabul edilen Polidori’nin Vampir’inin de bulunduğu bu önemli eserlerden en büyüğü olan Bram Stoker’ın Dracula’sı; vampir sözcüğünün ilk kullanılmasından neredeyse iki yüz yıl sonra yazılmasına rağmen kısa bir sürede türün en çok bilinen eseri oluyor. Öyle ki artık vampir denilince insanların akıllarına ilk Dracula ismi geliyor. Bram Stoker’ın bir hastalık olarak nitelendirdiği Vampirizm’i, Transilvanya’daki kalesinden çıkarak bütün insanlığa yayan Dracula, isminin de bir getirisi olarak “şeytanın oğlu” olarak görülüyordu.
Bütün kurgusal karakterlerin gerçek dünyada bir izdüşümleri, ufak tefek ilham kaynakları vardır. Söz konusu Dracula için ise bu ilham kaynağı hiç de ufak tefek değildir. Bram Stoker, Draculasını yaratırken, on beşinci yüzyılda yaşayan ve Wallachia ya da bizim bildiğimiz ismiyle Eflak Krallığının hükümdarı Vlad Tepeş’ten bir hayli faydalanmıştır. Babasının krallığının başına, Osmanlı’ya vergi vermek şartıyla oturmasına izin verilen III. Vlad, daha sonra bu vergileri ödemesini isteyen Osmanlı elçilerini kazıklara oturtup Fatih Sultan Mehmet’e geri yollamasıyla Kazıklı Voyvoda lakabını almıştır. İnsanları kazığa geçirme alışkanlığını sadece elçilerle sınırlandırmayıp Fatih’in ona gönderdiği orduları da kazığa geçirerek daha sonra sefer yapacak olan askerleri de caydırmaya çalışmıştır.
Buna rağmen Osmanlı’nın krallığını ele geçirmesine engel olamamış ve kaçak hayatı yaşamaya başlamıştır. Kaçarken bir yandan da boş kalmamış; içme sularını zehirlemiş, hapishanelerdeki hastalıklı insanları serbest bırakarak cüzzam ve vebanın yayılmasına sebep olmuştur. Kont Dracula olarak anılmaya başlanan III. Vlad, ikinci kere Eflak’ın başına geçme girişiminde suikasta uğramış ve kellesi kanıt olarak bizzat Fatih Sultan Mehmet’e götürülmüştür.
Bütün bu olanlardan ilham alan Bram Stoker, öyle gözüküyor ki böylesine cani bir adamın, gerçekten de şeytanın ta kendisiyle bir anlaşma yaparak kurtulduğunu ve sonsuz yaşamı elde ettiğini hayal ediyor. Böylece kendi zamanına kadar olan bütün vampir eserlerine bir sünger çekiyor ve Vlad Tepeş’i yani Kont Dracula’yı, her şeyi başlatan adam olarak resmediyor. Kendisinden sonra yazılan bütün kitaplar, çekilen bütün film ve diziler, Bram Stoker’ın bu eserini milat kabul ediyorlar.