The Leftovers’ın ilk bölümüyle ilgili görüşlerimizi bir önceki yazıda belirttiğimizde belki dikkat etmişsinizdir, “bakalım gelecek bölümlerde dizi nereye gidecek?” endişesi hem yazının içerisinde, hem de alt metninde pek az yer bulmuştu kendine. Bunun sebebi sadece ilk bölümün inanılmaz iyi olması değildi elbette. AV Club, IGN, HitFix gibi ileri gelen Amerikan sitelerinin yorumlarıydı bu endişeyi bertaraf eden. Bu tip sitelere HBO ilk beş bölümü birden yollamıştı. Azıcık bu işin perde arkasını biliyorsanız, bunun bile neye delalet olduğunu anlamışsınız demektir. Eğer bir kanal pilot bölümünden sonraki dört bölümü birden yolluyorsa bunun mesajı bellidir: “İlk bölümden sonra her bölüm bunun üstüne koyacak, bunu bilip yazın incelemeleri”.
Ve arkadaş, öylesine haklılar ki!
Biz tabii burada Geekyapar olarak The Leftovers S01E02 için normal yayın saatini beklemek durumunda kaldık. Dürüst olmak gerekirse her ne kadar tüm basın mensupları ağız birliği etmişçesine “sanki mümkünmüş gibi daha da iyi oluyor!” dese de, insanın kafasında yine de bir şüphe tohumu serpiliyordu. The Leftovers S01E02, “Penguins One, Us Zero” aynı ilk bölüm gibi daha ilk saniyeden sağlam başladı yolculuğuna. Daha önce de söyledim, hep söylüyorum; TV ya da sinema işlerinin yapması gereken en önemli şey hızı ayarlamaktır. Ya bir şeyi anlatmaya çok vakit harcarsınız, ya da hızlı geçersiniz; her iki durumda da izleyici kopar gider, tam orta noktasını bulmanız gerekmektedir.
The Leftovers iki bölümdür bu orta noktayı tam 12’den buluyor. Bir TV dizisi için cidden çok kritik olan bu ince ayarı daha baştan oturtması büyük bir lütuf ve açık konuşmak gerekirse dizinin arkasında büyük bir vizyonun olduğunu da kanıtlıyor. Zira The Leftovers’ın anlatmak istediği şey, öyle bir asansörde stüdyo yöneticisine iki cümlede geçilebilecek bir konu özetine sığmayacak denli ağır ve kompleks. “Ne var yani insanların %2’si kaybolduysa” dedirtmek çok kolayken dizinin size bunun neden gerçekten sarsıcı ve yaşam değiştirici bir olay olduğunu böylesine rahatlıkla anlatabiliyor olması beni ikinci bölümde bile hâlâ şaşırtıyor.
Fakat şaşırdığım şeylerin bir listesini yapsam, şu saatten sonra “Yahu nasıl verdiniz hemen bu hissi?” sorum ilk numaraya yerleşemez. Zira The Leftovers S01E02 diziyi hiç beklemediğim (ama ilk bölümü anımsayınca aslında beklemem gereken) bir yöne çevirdi. Ben dizinin daha ziyade bir The 4400 havasına sahip olmasını beklerken, karşıma basbaya, düpedüz bir Sopranos çıktı. Lindelof’un önceki işlerindeki “acaba bu kapının arkasında ne var?” tarzı gizemi bertaraf etmek istemediği çok aşikar ve bunu yaparken Lost’taki gibi izleyicinin varsayımlarıyla oynamayı da başarılı bir şekilde beceriyor.
Ama ana karakteri Kevin Garvey’nin iç dünyasını anlatırken kullandığı yöntem, Lost’tan çok The Sopranos ile örtüşüyor. David Chase’in başyapıtında Tony Soprano’nun hisleri, korkuları ve kaygıları ağırlıklı olarak sürreal rüya sekansları ve Tony’nin alakasız muhabbetler sırasında takıldığı ince detaylar üzerinden aktarılırdı. Lindelof da Garvey için aynını yapıyor. The Sopranos da bunlar daha sembolik şeylerdi ve yer yer uhrevi kıvamlara da erişiyorlardı; ama Lindelof The Leftovers’da bu sekansları ve ince detayları neredeyse dini imgelemler içerisinde tasvir ediyor. Aynı dizinin açılış sekansı gibi, dizinin görsel dili Hıristiyan imgelerini sıkça ve söylemek gerek ki başarıyla kullanıyor.
Fakat dizinin falso vermeye başladığı yerler de S01E02 ile iyice belli oluyor. Homeland’i üç sezon boyunca ayıla bayıla izlemiş bir insan evladı olarak kim sorsa dizinin en zayıf yanı olarak Brody’nin ergen kızı Dana’yı göstermiştim. Öyle gözüküyor ki The Leftovers’da da parmağım benzer bir karakteri işaret edecek. Garvey’nin lisede okuyan kızı Jill ve onun “kötü arkadaş” klişesine sabahtan akşama kadar uyması sanıyorum mahkeme kararıyla mecbur kılınmış arkadaşı Aimee ekrana her çıktığında kendimi ileri sarma tuşuna bir adım daha yakın hissediyorum. Lindelof’un bu karakterleri ilginç yapmanın bir yöntemini bulması ve bunu çabuk yapması gerekiyor, yoksa Wayne’in, Kevin’in, Nora’nın olduğu yerde “yaşadıklarına tribal tepki veren ergen kız ve onun bu triballik içerisinde peşine takıldığı kötü kız” ikilisi dizinin güzel suratında çıban olmaya devam edecektir.
Buna tam zıt olacak bir şekilde dizinin açık ara en kuvvetli anları da Justin Theroux’nun ekrana geldiği sahnelerde vuku buluyor. Theroux’nun hakkı yenen aktörlerden biri olduğunu neredeyse yaklaşık 10 senedir sağıma soluma yüksek sesle söyleyen bir insan olarak The Leftovers’da var olan yeteneğini balya balya izleyiciye fırlatıyor olması hoşuma gidiyor. Neredeyse karşı karşıya geldiği herkesi biraz sönükleştiriyor Justin Theroux. Bu sene olmasa da, The Leftovers devam ederse ileriki senelerde bir Emmy’ye göz kırpacağı kesin gibi.
Bunların dışında bir şey daha var The Leftovers S01E02 ile ilgili söylenmesi gereken… ilk bölümde gördüğümüz gizemli örgüt Guilty Remnant’ın dışarıdan bir gözle değil de, katılmak ve katılmamak arasında kalmış Meg karakteri üzerinden anlatılması, tam bir deha ürünü gibi geliyor bana. Zira Garvey gibi dışarıdan bir karakter ya da eşi gibi içeriden bir karakter aracılığıyla taraflı olarak değil, kendisi de örgütü tanımaya çalışan bir karakter üzerinden olabildiğince objektif bir şekilde görüyoruz Guilty Remnant’ı ve bu ileride izleyenlerin kendi fikirlerini oluşturmasında, böylelikle de Lindelof’un o fikirleri yıkmasında kolaylık oluşturacaktır.
Ezcümle? Ezcümle şöyle: The Leftovers S01E02 ile çerezlik bir dizi olmadığını kanıtladı. Eğer şu sıralar gerçekten de sizi görsel olarak, zihinsel olarak kapıp götürecek bir dizi arıyorsanız, izlememeniz büyük hata, inanın. Şu ana kadar bu yaz izlediğimiz en iyi şey bu dizi olabilir zira…