Liam Neeson‘ın kariyer hikayesi herhalde Hollywood aktörleri arasında en dokunaklı, en garip ve bir yandan da en ilham verici olanı olabilir. Film kariyerinin büyük bir bölümünü indie filmler ve blockbuster’larda yan roller ile “mentor” figürleriyle (Breakfast in Pluto, Star Wars), festival filmlerinde duygusal başrollerle (Michael Collins, Schindler’s List) geçiren Neeson, 56 yaşında bir anda Taken ile aksiyon yıldızı statüsüne geçti.
2009’da eşi Natasha Richardson’ı kaybeden Neeson, ondan sonra kendi deyimiyle “aklını başında tutmak için” önüne gelen her rolü kabul etti ve belki de hayatının en üretken dönemine girdi. Sadece aynı sene içerisinde çektiği ve çoğunda başrol oynadığı The Grey, Wrath of the Titans, Battleship, The Dark Knight Rises ve Taken 2‘yi bile örnek versek yeter.
Fakat görünüşe bakılırsa Neeson’ın aksiyon yıldızlığıyla ilk flörtü çok, çok daha önce, 90’li yılların başında vuku bulmuş. Kendisi en iyi James Bond filmlerinden Thunderball‘ın ikinci gayrıresmi yeniden yapımı için (ilki: Never Say Never Again) Kevin McCrory tarafından Bond rolü için aranan bir numaralı adaymış. En nihayetinde ise rolü reddetmiş, Sebebi ise şöyle açıklıyor:
“18 ya da 19 yıl önceydi. Sonraları eşim olacak Natasha bana ‘Eğer James Bond’u oynarsak evlenmeyiz’ dedi. Benim de bunu ciddiye almam gerekiyordu, çünkü onunla evlenmek istiyordum!”
İşte bence bu hayatın acayipliğinin delaletidir. Natasha Richardson’ın, öhm, tavsiyesine uyan Neeson, James Bond rolünü almış olsaydı muhtemelen bir iki sene sonra çekilecek Schindler’s List’te oynayamayacaktı. Hem büyük resimde değişen hiçbir şey olmadı. Neeson’ın kariyeri şimdi hem sanat filmleri, hem indie filmler, hem de aksiyon hitleriyle dolu. En son kanıtı da gişede 50 milyon doları çoktan geçmiş olan Non-Stop.
Yani o bu değil de, Liam Neeson’ı çok sevmiyor muyuz hakikaten?