Son birkaç yazımı okuduysanız belki fark etmişsinizdir, benim live-action (canlı uyarlama) filmlerle olan ilişkim hız trenleri gibi inişli çıkışlı. Mulan fragmanına aşırı yükselirken Cats fragmanından da bir o kadar korkuyorum. Live-action filmlerine olan takıntımı editörüm de görmüş olacak ki, içimden geçen ne varsa dökmem için bana yeşil ışığı yaktı. Bu sebeple önümüzdeki dört hafta boyunca live-action hakkında beynimin köşesinden geçen her argümanı burada sizlere sunacağım. Hazır mısınız?
Genelgeçer tanım olarak gerçek insan ve hayvanlarla çekilen filmler, live-action kabul edilir. Burada odaklanmamız gereken kelime gerçek, çünkü live-action filmlerinin esas amacı gerçekçiliktir. Orijinal materyali animasyon, anime, manga, çizgi roman veya kitap olan hikayeler live-action filmler sayesinde ete kemiğe bürünür. Üstelik bu klasmana giren filmler saymakla bitmez; Lord of the Rings gibi şaheserlerden tutun da Netflix’in katlettiği Death Note filmine kadar yüzlerce film ya da dizi live-action adı altında toplanıyor.
Live-action kelime öbeğini 2019’da bu kadar sık duymamızın sebebi ise remake, yani yeniden yapılan, filmler. Halihazırda film ya da dizi olarak seyirciye kavuşmuş hikayelerin “bir de böyle çekelim” mottosu altında, umut verici bir kadro ve binlerce dolar bütçe ile yeniden çekilmesi trendi, yeni olmasa da bu sene hiç olmadığı kadar revaçta. Bugüne kadar toplamda on üç adet live-action remake’e sahip olan Disney sene sonuna kadar iki, toplamda on iki yeni live-action remake planlıyor. Film endüstrisindeki ağırlığı düşünüldüğünde Disney bir iş yapıyorsa ortada mutlaka yakalanması gereken bir tren vardır.
Sizleri bilmem ama gittiğim her live-action remake filminden sonra orijinal materyal gözüme daha bir hoş gözüküyor. Ön yargılarımdan ve nostaljik etkisinden arınarak izlediğim her live-action film sonunda animasyonlar gerçekten iyi ki varlar diyorum. Hal böyle olunca ister istemez akıllara şu soru geliyor: Yeniden yapılmış canlı uyarlama filmlerine ne gerek var?
İlk İzlenimler Önemlidir
Konuşan hayvanlar, özel güçler ve farklı karakter tasarımlarına sahip eserler, ilk izlenimlerini yaratıldıkları düzlemde sunuyorlar. Görsel bir öge sunulmadan okunan bu tip eserlerde okur, yazarın düşlediği dünyayı kendi zihninde inşa ediyor. Bu sebeple görsel bir yol gösterici var olmadan ortaya çıkacak bir live-action film, görsel açıdan ilk izlenim olma şansına sahip. Okurun zihninde canlanan her şey ilk kez ete kemiğe büründüğü için okuduğu eserin filmini izleyen seyirci filmi izlerken yalnızca kendi zihninde ürettiği resimler ile karşılaştırma yapabilir. Kaynak eserin kalitesine göre live-action film ortalama bile olsa ilk izlenim olmasından ötürü büyük değer taşır. Hele mümkün olduğunca kitaba sadık kalındığında live-action’ın sunduğu bu ilk izlenim tadından yenmez. Lord of the Rings ve Harry Potter bunun en popüler örneklerinden. Tabii bunlar remake, yani yeniden yapım kategorisi altında konuşabileceğimiz filmler değiller.
İlk izlenim hali hazırda animasyon veya çizgi roman gibi görsel bir öge ile kurulmuşsa live-action filmlerin işi daha zor. İzleyicilerin hikaye hakkındaki ilk izlenimleri orijinal film ya da diziyle zaten kurulmuş durumda. İlk izlenimini çoktan oluşturmuş bir seyirci, haliyle, live-action filmden daha iyisini bekler. Sonuçta film yapılıyorsa bir öncekinden iyi olmalı, öyle değil mi? Hele bir de ilk izlenim gerçekten kaliteli bir yapımsa, izleyicinin yeniden yapılmış filmden beklentisi daha da yüksek olacaktır. Daha da kötüsü, seyirci bu beklentinin karşılanamayacağını düşünerek salona girdiği için, filmlerin hak ettiğinden kötü eleştiriler almasına sebep oluyor. Christopher Robin ve Dumbo’yu bu filmler arasında gösterebiliriz. Kendi başlarına ortalama olan bu filmler, kaynak eserden dolayı beklentisi yüksek olan seyirci ve eleştirmenleri ne yazık ki tatmin edemedi.
Stüdyo yöneticileri live-action adı altında bir filmi yeniden yaptıklarında genellikle iki yöntemden birini izliyorlar. Maleficent’te olduğu gibi orijinal filmin bir ögesini değiştirerek hikayeyi yeni bir bakış açısıyla anlatmak ilk yöntem. Bu sayede stüdyolar hem orijinal filmin nostalji ögesi kullanır hem de seyircinin ilk izleniminin tuzağından kurtulmaya çalışırlar. Maleficent örneğinde bu işe yaradı; Uyuyan Güzel’in hikayesi bir anda arka hikayesi merak uyandıran bir evrene dönüştü.
Disney’in bu sene ipin ucunu kaçırdığı metot ise aynı hikayeyi yeniden anlatmak. Ana hikayeyi değiştirmeyecek nitelikte tek tük değişikliklerle çok sevilen filmler yeniden beyaz perdede boy gösteriyor. Beauty and the Beast, Aladdin ve The Jungle Book bu filmler arasında. İşin ilginç yanı da bu hikayelerde insan dışı karakterler olması sebebiyle CGI büyük bir rol oynuyor, yani live-action kelime öbeğinin “live” kısmı uçup gidiyor. İronik bir biçimde günümüzde live-action adı altında bize sunulan filmler, fotoğraf gerçekçiliğine sahip animasyonlar haline dönüşmüş. Yani günün sonunda yine animasyon film izliyoruz.
Yaşasın Animasyon!
Temel olarak çok daha iyi animasyon teknolojisi kullanılması dışında bu filmlerin masaya getirdiği bir yenilik yok. Günümüz standartlarındaki animasyon kalitesinin büyük belirteçlerinden biri de ne kadar gerçekçi olduğu. Pixar’ın başlattığı bu yarışta çok uç noktalardayız; gerçeklik artık insan yapımı bir hale geldi. Fakat ne yazık ki animasyon filmleri gerçekçi hale getirmenin yan etkileri yeterince düşünülmüyor. Live-action filmlerinin hayal gücünü ete kemiğe büründürme etkisi, aynı zamanda da en büyük laneti. Orijinal materyalinde gerçeküstü olayları barındıran eserler gerçekçilikle buluştuğunda her zaman göz kamaştırıcı olmayabiliyor. Buradaki en büyük örneğim ise The Lion King.
The Lion King teknik olarak live-action değil. Yönetmen Favreau’nun da belirttiği üzere animasyon ve live-action arasında bir yerde. Yapım tamamen animasyon olsa da teknik ekiplerin başarısı ve yönetmenin doğallıktaki ısrarı sebebiyle belgesel gerçekçiliğinde bir yapımla karşı karşıyayız. Eğer kanlı canlı gerçek hayvanların filmdeki gibi davranmaları sağlanabilseydi, bu filmden bir farkı olmazdı. Bu sebeple de pekala live-action remake kategorisinde değerlendirilebilir. Zaten dediğim gibi, günümüzde live-action filmlerin merkezi aşırı kaliteli animasyon teknolojisi.
1994 yapımı The Lion King, elle çizilerek yapılmış. Bu sayede capcanlı renkler, Hamlet’ten uyarlanmış bir hayvan krallığı ve akıl almaz müzikal koreografileri izlerken bu hikayedeki dünyanın tamamen hayal ürünü olduğunun farkındayız. Evet biliyoruz, izlediğimiz eğlenceli bir animasyon. Peki bu hikayeyi gerçekçi yapmaya çalıştığımızda elimizde ne kalıyor? Konuşan gerçek hayvanların absürtlüğünü bir kenara bırakırsak ilk filmde edindiğimiz büyülü dünyadan eser yok.
Misal, olay gerçekçilik olduğu için filmde sadece mümkün olduğunca doğal ışık kullanılıyor. Bu sebeple de gece saatlerinde geçen kritik ve eğlenceli sahnelerde ışık azlığından dolayı bir sönüklük hissediyoruz. Mufasa bulutların arasından Simba’ya seslenmiyor, Simba evine dönerken gökten beş yıldız kaymıyor. Animasyonu eğlenceli yapan “abartı huyu” film içinden çıkınca sadece Beyonce şarkısıyla koşan bir Simba’yı izliyoruz. Scar’ın “Be Prepared” şarkısında sırtlanlar, askeri nizamda uygun adım yürümüyorlar Bu da şarkının etkileyiciliğine zarar veriyor. Bunun gibi gerçekçilikten kaynaklanan problemler, ilk filmde edindiğimiz sarsılmaz ilk izlenim ile birleştiğinde, elimizde sadece “meh” diyebileceğimiz bir film kalıyor.
Amacım animasyon filmler ile gerçekçi filmleri karşılaştırmak değil. Benim amacım olmasa da filmleri yapan stüdyoların amacı bu. Live-action remake olan filmler, bizlerin nostalji hislerini tetikleme amacı güdüyorlar. Eğer bir film ya da dizi, çok az değişiklikler yapılarak tekrar çekiliyorsa ister istemez karşılaştırma yapılacak ve ender durumlar hariç ilk film kazanacak. Ne yazık ki bu kaçınılmaz, iyi bir ilk izlenimi yenmek çok zor.
O zaman bu filmler neden yapılıyor yahu?
Tamamen Duygusal
Live-action remake filmleri bugün konuşuyorsak Disney’in rolü büyük. Zira Disney, live-action remake filmler arasında en büyük gişe başarısına sahip olan stüdyo. Disney, tıpkı tüm işletmeler gibi, bir iş yapıyorsa bunu kârlılık amacıyla yapar. Planladığı on iki adet live-action remake olması demek bir müddet daha live-action remake’leri konuşacağımız anlamına geliyor. Haksız da değiller, live-action remake’ler gerçekten çok para kazandırıyor. Beauty and the Beast dünya çapında 170 milyon dolarlık bütçesiyle 1.2 milyar dolar gişe getirirken hala vizyonda olan The Lion King 260 milyon dolarlık bütçesiyle 1 milyar doları geçti.
Yine işin sonu dönüp dolaşıp paraya bağlanıyor sevgili geekler. Biz nostaljik hissedip sevdiğimiz filmlerin tekrar yorumlanmasını izlerken, stüdyolar yaratıcılık tellerini bir gram titretmeden milyarlar kazanıyor. Umarım bu furya yeni filmler ile dengelenir de en azından 2020’de yeni hikayeler ve karakterlere doyarız.