Tiyatro ihtisası yapmış biri olarak gözüme gözüme, beynime beynime vuran bir benzerlik var ki, bilenler katılacaklardır, Shakespeare karakterlerinin neredeyse hepsinin Marvel evreninde bir karşılığı var. Bu hem çıldırtıcı, hem de sevindirici bir şey! Bazıları bariz adaptasyonlar, bazıları ise Shakepseare’in oluşturduğu bir takım arketiplere uyan karakterler. Mesela Spider-Man bariz bir Shakespeare soytarısıdır ve başına hiç vebal gelmez. (Yani, adam öldüğünde bile tam ölmedi mavi mavi Teletubbie gibi geziyor sayfalarda.) Bu yazı karmaşasında sizinle Shakespeare’in Marvel’a estirdiği rüzgarı irdelemeye çalışacağız. Hadi bakalım!
Bildiğiniz üzere dünya edebiyatında -ki son zamanlarda Amerikan çizgi romanları da bu kisveye girdiler diye inanılmaz mesudum- hep bir kardeş hikayesi vardır. Bu kardeşlerden biri daima altın çocuk tabiri yumurta gibi elemanlar, diğeri ise ona çatışma yaratması açısından aşırı kolaya kaçılarak hinlik, itlik ve zındıklık barından zeka küpü çirkin kardeşler olur.
Şimdi eminim ki hemen aklınıza “Ama Thor ve Loki mitolojik ki bi kere!” cümlesi düşecek, ama orijinal mitolojide Loki’nin üvey olmadığını, buz devleri gibi olaylar olmadığını veya Loki’nin çoğu zaman sabit bir formunun olmadığını biliyor muydunuz?
Canım kardeşim konsepti bizde Tarık Akan ve Halit Akçatepe’nin kardeşlerine televizyon bulmaya çalışmasıyla oturmuş olsun, bizden kilometrelerce uzak harflerde bunların çok daha derinleri mevcut. Buradaki mesele sanırım aşikarlık rekoru kırıyor sevgili Geekyapar’lar. Thor ve Loki’nin hikayesini sanırım hepimiz az çok biliyoruz. Ortada yaşından kompleks duyan bir kral, onu artık eski kafalı, güçsüz ve korkak bulan aşırı kibirli bir altın prens var. Buna ek olarak ortada kraliçenin doğurmadığı ama çok sevdiği, üvey bir evlat var.
Shakespeare, Kral Lear oyununda tam da neyi işliyor dersiniz? Oyunumuzda yaşlı kralımız Lear, artık eski savaşçı ruhunun kalmamasından ötürü bir kompleks yaşamakta. Kompleks demek çok da doğru sayılmaz, emminin eskisi kadar güçlü, kuvvetli cevval olmadığı zaten tüm saray camiasından ağızdan kulağa böbreğe şeklinde yayılmakta. Bu konuya son vermek için bir jest yapmayı öngören Odin, pardon Lear, tüm kızlarını karşısına toplayıp bir soru soruyor: “Beni ne kadar seviyorsunuz?” Tanıdık geldi değil mi? Durun durun daha yeni başladık.
Kızlarının verdiği cevapları bir kenara bırakırsak, bu Lear’ın sağ kolu olan Gloucester dükünün iki tane de oğlu var. Biri öz oğlu prens Edgar, ötekiyse piç oğlu Edmund.
Şimdi hemen burada İlberortayien vari bir parantez açmak zorundayım, o dönem Britanya’sında, Game of Thrones’dan da aşina olduğumuz üzere “Piçlik” kavramı bizdeki gibi Emrahmatik değil. Piç evlat demek, soylu yani soyadı sahibi olan bir erkeğin eşinden değil de yaşadığı bir kaç gecelik aşkından doğan çocuğu demek. Yani Edmund’un piçliği, annesinin “soysuz – soyadsız” olmasından kaynaklı. Bir küçük dipnot da şu olabilir, Lear öldüğünde, Edgar’a bütün bir Britanya diz çökecekken, kardeş Edmund’a anca Bağcılar – Kabataş tramvay durağı kadar bir mesafe miras kalabiliyor.
İsminin başına gelen sıfat, Edmund’da şu soruları uyandırıyor, “Ulan babam bir handa şarap eşliğinde annemi beğenip, beni aşk sonucu meydana getirdi, bu Edgar denen tip de muhtemelen, kraliçeden bir kaza sonucu oldu. Annemi ve durumumu ben seçmediysem neden aşağılanıyorum.”
Nitekim Edmund, komplekslerini çok iyi bildiği babasına sonunda bir oyun oynuyor ve bir mektup yazıyor. Babasına yazdığı bu mektubu, gene kendi katakullisiyle (Shakespeare de olsa katakulli, katakullidir!) Lear’a yakalatıyor. Mektupta babasına şunları diyor kısaca;
“Kral artık yaşlandı, eli kılıç tutamaz oldu ve yaşı hasebiyle mantıklı karar veremiyor. Bence en mantıklısı yönetimi devralmamız.” Bu mektubu yazıyor, kraliyet mührüyle mühürlüyor ve zarfı kapatıyor. Tek bir şey var ki, sonuna isim olarak kendi adını değil, Edgar’ın adını yazıyor!
Hadi, Edgar gitti mi vidanjör altına!
Mesele Edgar’ın sürülmesi falan filan diye uzuyor ama zaten meselenin devamı bizi ilgilendirmiyor. Şimdi bu Shakespearien konuyu kısa bir süre kenara bırakıp bunun daha popülist kısmına, İskandinavya’nın Edgar ve Edmund’una bir bakalım!
Odinoğlu Thor, kendisinden nedense az sevilen bir kardeşe sahip. Kendisine asil bir savaşçı olduğu için “The Stormbreaker” diye de bilinen, tüm antik mitlerde de aslında tüm meteorolojiyi kontrol ettiği ima edilen Mjöllnir isimli çekiç hediye edilirken, Loki sadece “yanılsama” gücü olan, hiç bir mitten bilmediğimiz dümdüz bir Kapalıçarşı hançerine tamah ediyor.
Büyük seferlerden döndüklerinde Thor keçilerini Asgpark’a bırakıp kadın, şarap ve pohpoh dehlizlerinde yüzerken, millet Loki’ye toprak, kadeh ve yemek artığı fırlatıyor. Halbuki ikisi de aynı savaşlara gitmiş, aynı başarıları kazanmış durumdalar. Loki’nin Mjöllnir’i olmadığı için Thor kadar agresif savaşamadığından dolayı halk tarafından küçük görülüyor. E bir dakika, birine Mjöllnir öbürüne ise hançeri uygun gören zaten babaları değil mi? Yani babalarının öngördüğü potansiyelin dışına çıkmaları zaten mümkün değil. İşte bu birebir Lear’ın da Edgar ve Edmund’a verdiği eşit olmayan emeğin yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Aynı şekilde bin bir türlü entrikayla her seferinde Asgard’ın ve kalan 9 (gerçi o 10 taneymiş ya, ne yaptın Original Sin!) diyarın huzuruyla oynamadan edemeyen Loki devamlı enseleniyor. Ama nedense, tam bir Shakespeare tragedyası gibi, bir sonraki hinliğini yaptığında da herkese yutturmayı beceriyor.
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama, Marvel karakterleri arasında, zekasını konuşturmadan tüm mongolluğu ve gücüyle ortalığa abanıp, her seferinde bir kaç kez ölüp ölüp geri gelen ve bu kadar ön planda olan tek gerizekalı Thor. Bunun arkasında her seferinde onu tufaya düşürmeyi beceren bir Loki var ki, aynı sevgili biraderimiz William’ın sürekli yaptığı gibi, zeki olan bir çatışma çıkartır ve mongol kardeş Thor onu delikanlılığıyla çözer.
Bu Thor ve Loki olayına bağlayabileceğimiz tek tip tabi ki Shakespeare değil. Habil & Kabil, Sazlıktaki Musa vs Firavun gibi milyon tane hikaye çıkartabiliriz. Ve emin olun ki zaten Thor & Loki bunlardan da besleniyor, bu kadar kolektif olabilme sebebi bu zaten. Ama biz şimdilik sadece Shakespeare açısından baktığımız için, konuyu benim toplayamayacağım dubalara sürmeyelim derim.
Yani sevgili geekyaparlar, elimizdeki çizgi romanlar elbetteki çerez şeyler olsalar bu günlere gelemezlerdi. Altlarında gizli olan bu edebi, gotik ve derin kültürler barındıran altyapıları sayesinde, popüler kültürde kendilerine yer bulan birer sanat eserleri aslında hepsi! Andy Warhol böyle böyle zengin oldu! Bir sonraki yazımın ya “Shakespeare’in arp yerine ağ tutan soytarısı Spider-Man” ya da “Savulun tiranlar! Murdock ve Castle ellerinde sopalarla Corolianus’u kovalıyor!” olacağı spoiler’ini verir, hepinize 88 MPH’yi geçecek günler dilerim!
Ha bu arada, “Canım Kardeşim” ne kadar önemli bir filmdir, Ertem Eğilmez ne büyük bir adamdır ya!