Yepyeni bir yazı dizisinin ilk yazısına hoş geldiniz! Konumuz telefonlar olacak, kalemim yettikçe de dört yazı boyunca sizlere telefonlardan bahsetmeye çalışacağım. Şu an dünyanın en günlük aleti gibi değil mi telefonlar, neden onlarla ilgili dört tane dosya yazısı okumak isteyesiniz? O hâlde ben de telefon temasını orasından burasından çekiştirecek ve bu ilk yazıyı, telefonlar deyince ilk etapta aklınıza gelmeyecek olan şeylerden birine ayıracağım.
Güzide Geekyapar sayfalarındaki ilk dosya konumda, dört yazı boyunca propagandalardan bahsetmiş; kültürel propagandaların uygulanırlarken sinemadan ne kadar yararlandıklarına da bu yazılarda çokça değinmiştim. Aslında tam yeri rast gelmişti, hazır şu ilk propaganda yazısında İkinci Dünya Savaşı ve Almanya’dan bahsetmişken, İtalya’ya da bir uğramak istemiştim. Kısmet, bu güne imiş! İtalya dedik, propaganda dedik; e bir de sinema dedik. Bilenlerinizin kafasında hemen neyden bahsedeceğimiz canlanmış olsa gerek: Beyaz Telefon Filmleri.
Ama oraya geçmeden önce bir girizgah yapmak lazım.
İtalya, Propaganda ve Sinema
İtalya, 1922 yılına, şimdilerde kitaplarda karizmatik diktatörler başlığı altında mutlaka yer verilen ve Kral III. Vittorio Emanuele’in başbakan olarak atadığı Benito Mussolini’nin liderliğine giriyordu. Tam ismiyle Benito Amilcare Andrea Mussolini, İtalyan faşizminin kurucusu ve aynı zamanda da bir gazetecidir.
Hitler’in Führer’ine benzer şekilde yol gösterici, güdücü, biraz da yerelleştirirsek ‘başbuğ’ gibi anlamlara gelen Duce kelimesiyle ünlenen Mussolini, gençlik yıllarında sosyalizmden çokça etkilenmiş ancak daha sonrasında yine Hitler’e benzer şekilde, ırk ve milliyet bağına dayalı politik düşünceleri benimsemiş.
Bu dönemlerin dünya tarihi bakımından ne kadar karmaşık olduğunu anlatmama gerek yok, biliyorum ama kısaca gene de değineceğim. Dört bir yandan yükselen romantik milliyetçi düşünceler sebebiyle imparatorluklar yıkılıyor, kraliyetler sembolikleşmeden önceki son demlerini yaşıyor, sömürgeci devletler yeni yeni oluşan ulus devletlerle ilgili ya bir şekilde onlardan sıyrılıp sömürgelerine gitmek; ya da yeni sömürgeler elde edip pastayı bölüşebilmek için uğraş veriyorlar.
Bütün bunların sonucunda bir dünya savaşı çıkıyor, savaşın sonucundan ise dünya üzerindeki hemen her millet, doğrudan ya da dolaylı olarak etkileniyor. Dünyanın bu yeni durumu, ne yapacağını henüz tam da kestiremeyen, sudan çıkmış balığa dönmüş yeni küçük devletlere; parçalanmaktan bir hâl olup bari az geride durmaya çalışarak ufak parçalarını toparlamaya uğraşan görece büyük devletlere ve hemen hepsinde de yorgun, bitkin, tükenmiş insanlara ev sahipliği yapıyor. Üzerinden çok fazla vakit de geçmeden bu genel stres, kıtlık ve bitkinlik ortamı, beklenen şekilde bir yerde patlak verecek ve ikinci bir dünya savaşı çıkacak zaten. Bunları biliyorsunuz.
İşte Mussolini ve Hitler gibi liderler de az önce saydığımız bilinmezlik, hızlı değişim ve kriz ortamında, romantik milliyetçi akımları bir adım daha ilerisine taşıyorlar ve hem ulus-devlet oluşumlarını dünyaya yaymak hem de ileri derecede ırka bağlı düşüncelerini, yönetimleri altındaki tebaaya kabul ettirebilmek için kültürel propagandalardan bolca yararlanıyorlar.
Hitler’in yönetimindeki Almanya bunu, halkın hafızasında yaşayan, belki de bin yıllık geçmişi bulunan kahramanlık hikâyelerini ve sıradan insanların masallarını politikasına sermaye yaparak gerçekleştirme yoluna gidiyor. Bu sayede de Alman ırkına mensup kimseleri bin yıllardır soylu, arı ve üstün olduklarına inandırıyor. İtalya’da ise bir benzeri, daha farklı gayelerle sinema üzerinden gerçekleştiriliyor.
Umuyorum ki yazının sonuna geldiğimizde bizim ülkemizde beyaz perdedeki filmlerin ve özellikle de günümüzde televizyonda önümüze sürülen pek çok dizinin, İtalya’daki propaganda aracı bu filmlerle oldukça benzeştiğini sizler de fark edeceksiniz. Yoksa zaten arama motorlarından bulabileceğiniz bilgilerle sinema tarihinin bir kesitinden söz etmek, çok anlamlı değil sanırım.
Beyaz Telefon Filmleri
Mussolini, iktidarının başlarında olmasa bile ilerleyen zamanlarında sinemanın kitleleri etkilemek için oldukça elverişli bir araç olduğunu görüyor ve sinemaya eser miktarda yatırım yapıyor. Bir deneysel sinema merkezi hüviyeti taşıyan Centro Sperimentale isimli İtalyan sinema okulu 1935’te Roma’da kuruluyor, Avrupa’nın en büyük stüdyosu olarak nitelenebilecek Cinecitta, yine bu dönemde, 1937 yılında faaliyete geçiyor.
Telefoni Bianchi ya da Beyaz Telefon Filmleri ise İtalya’da faşist rejimin altın çağları olarak nitelendirilebilecek 1930 – 1940 yılları arasında, halkın dikkatini baskıcı yönetim ve uygulamalardan başka tarafa çekmek, eğlence ile bir nevi onları uyutabilmek ve bu sayede çatışmalar çıkmasını engelleyip uzlaşma ortamını devam ettirmek için üretilmiş filmleri ifade ediyor. Bu amaçları birebir yerine getirmek için bir başka lider Francisco Franco da hemen hemen aynı yıllarda İspanya’da onca kıtlığın arasında dev stadyumlar inşa ettiriyor ve Marx’tan esinlenerek “Futbol yığınların afyonudur” diyordu. Bu da başlı başına başka bir yazının konusu sanırım.
Mussolini’nin sinemaya bolca yatırım yaptığını söyledik ama bu noktada onca yatırımdan sonra ortaya çıkan işlerin çoğunlukla vasatın altında olduğunu da belirtmek gerekiyor. Beyaz Telefon Filmleri ismiyle anılan bu filmlerin çoğunlukla melodram bazen de komedi türünde ve romantizm odaklı, bir nevi pembe filmler olduğu söylenebilir. Bu dönemde çekilen altı yüzü aşkın filmin yarısının Beyaz Telefon Filmi olduğu düşünüldüğünde, İtalyan sinema tarihi için kötü bir durum olarak görülebilir. Ancak asıl gayeleri nitelikli sanat eserleri olmak değil, insanları gerçekçi olmayan birtakım düşüncelerle meşgul etmek ve yine gerçekçi olmayan hayatların propagandası yaparak kaçış psikolojisine sokmak. Nitekim bunu, bir süre için başarıyorlar.
Tabii Beyaz Telefon Filmleri ifadesi, resmî bir tür isimlendirmesi değil. Daha çok bu filmlere yönelik küçümseme amacıyla kullanılıyor. Bu ismin seçilme sebebi ise söz konusu filmlerde gösterilen beyaz telefonlar. Bu isimle anılan filmlerde devamlı olarak zengin aileler, görkemli ve lüks mekânlar kullanılıyor ve İtalya’da yaşayan herkes bu imkânlara sahipmiş imajı veriliyor. O dönemlerde beyaz renk telefonlara sadece zenginlerin ulaşabildiği ve zengin yaşamının bir simgesi olarak da her filmde beyaz bir telefonun yer almasının söz konusu olduğu, bilgilerimiz arasında. Filmlerin konuları da işte daha önce de söylediğim gibi, çoğunlukla bu zengin aile fertlerinin yaşadıkları aşklara ve dramlara dayanıyor. Olabildiğince sığ ve gösterişli yaşamları pompalamaktan başka bir anlamı olmayan filmler. Bir yerlerden tanıdık geldi değil mi?
Öte yandan ilerleyen zamanlarda bir etki-tepki zincirinin sonucunda bu filmler; yoksulluk ve ekonomik krizlerle boğuşan, özgürlüğü kısıtlanmış, baskıcı bir yaşamın içerisinde hayatta kalmaya çalışan insanlara, devamlı olarak özenti bir zenginlikten ve gerçeklerden uzak meselelerden bahsetmeleri sebebiyle, bir yerden sonra sinemaya gönül veren insanları sinirlendiriyorlar. Böylece sinemacılar, bu salon filmlerini reddediyor; gerçekleri anlatabilmek için sokaklarda geçen düşük bütçeli filmler çekmeye başlıyorlar ve İtalyan sinemasında bir yeni-gerçeklik akımının doğuşuna vesile oluyorlar.
Ne dersiniz, tanıdık gelen yerler için de benzer bir akım umudu var mıdır?
1 Comment
Umberto Eco – Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi