Bir ürünü aradan belli bir süre geçtikten sonra tekrar tükettiğinizde, ilk defa deneyimlediğinizden çok daha değişik bir tecrübeyle tüketmiş olursunuz. Evet, aynen öyle. Bu laf, benim için uzun zamandır yalnızca bir mitten ibaretti; ancak bu haftaki deneyimimden sonra bakış açım tamamen değişti diyebilirim.
Birkaç gün evvel vakit geçirmelik, beni oyalasın diye izlemelik bir şeyler arıyordum Netflix kategorilerinde. Listem‘e kaydettiklerim arasında sürekli bahaneler üretip yine bir şeyleri izlemeyi erteliyordum kendimce. Sonrasında ise karşıma Hunger Games: Mockingjay Part 2 çıktı bir anda. Ufak bir tereddütten sonra şeytana uyup oynat tuşuna bastım ve sizlere bu yazıyı yazmama sebep olacak bir sürecin içine girdim aniden.
“Kitapları çok daha iyi” kuralının geçerli olduğu uyarlamalardan biri Açlık Oyunları filmleri, yalan yok. Okurken hayal gücümüzle hayat verdiğimiz bir sürü şeyin filmdeki tezahürü o kadar da yerinde olmayabiliyor zira. Veya yeterince karakterlerle özdeşleştiremiyoruz kendimizi. Çoğunlukla karşı çıktığımız ve yerden yere vurduğumuz projeler izlememize rağmen bu durum, aslında çok ama çok doğal bir şey. Çünkü her uyarlamada bir kayıp yaşanır, illa ki. Her filmde, kitaptaki kadar derin ve ayrıntılı iç dünyasının yansıtılmasını beklememiz çok daha absürt aslına bakarsanız. Çünkü imkansız, ikisi çok ayrı dünyalar. Biri, kalemin kılıçtan keskin olduğu edebiyat evreni; diğeri ise görselliğin çok daha ön planda tutularak farklı duyulara hitap eden bir alem. (Uyarlamalar konusunda uzun uzun konuşmamızı da şuraya bırakıyorum yeri gelmişken)
Bu sebeptendir ki, ergenlik yıllarımda Açlık Oyunları filmlerini izlerken bunu kafaya çok da takmamıştım. Ben sadece kitaptan aldığım zevkin üzerine biraz sos dökecektim, hepsi buydu. Ama ortada çok büyük bir problem vardı arkadaşlar; serinin son kitabı da neresinden tutsam elimde kalıyordu zaten. Evet, aynen öyle. İddia ediyorum: Açlık Oyunları‘nın potansiyeli, bizzat kendi yazarı tarafından serinin içinde adım adım harcanmıştır. Durun, arttırıyorum! Açlık Oyunları‘nın en büyük günahı, bir genç yetişkin serisi olmasıdır!
Daha önceden The Handmaid’s Tale ile karşılaştırarak ele aldığım bu meseleyi tekrardan deşme isteğimin sebebi, tam da yukarıda bahsettiğim Hunger Games: Mockingjay Part 2 filmini izlememden geliyor. Çünkü yıllar evvelinden okuduğum seriye bir de şimdiki yaş grubumdan bakmak ve her şeyi çok daha farklı algılamak, yazının başında anlattığım “deneyimleme” muhabbetine ayrı bir tat kattı şahsım adına.
Bir uyarlama olarak nispeten başarılı olsa da, Açlık Oyunları‘nın da kendince birtakım günahları var. Bunları sıralamak için bir kağıt ve kalem alıp hararetle bir şeyler karaladıktan sonra fark ettim ki hepsi de tek büyük bir günaha bağlanıyor: Genç-yetişkin türüne ait olması. Evet, bu distopik dünyanın en büyük eksisi, biraz daha genç bir kitleye hitap ediyor oluşu.
Bakın, çocuk veya gençlik kitabı olduğunu iddia etmesine rağmen o yaştaki birinin asla ve asla gerçek anlamıyla kavrayabileceğini düşünmediğim kitaplar da var; mesela Şeker Portakalı. Veya kahramanıyla beraber büyüyerek çok daha karanlık ve sert olaylara giriş yaptığımız Harry Potter serisi. Bunlar da kendi çaplarında fazlasıyla sert, hitap ettiği söylenen kitle için bir tık daha ciddiyet isteyebileceğini düşündüğüm türden eserler. Ancak Açlık Oyunları, ilginç bir şekilde, bir gençlik serisi olmasına rağmen bunların aksine çok daha acımasız ve travmatik, hem de en başından sonuna kadar. Yani çok daha fazla potansiyeli olan bir dünyayı sırf kitlesi uğruna hiç eden bir yazar söz konusu burada. Özür dilerim Suzanne Collins, ama yeri gelince eleştirmeyi de bilmeliyiz.
Her yaştan insanın bir arenaya atılıp birbirlerini katletmesini izleyen bir zümre var bir kere. Üstelik bu zümre öyle insanlardan oluşuyor ki, sırf daha fazlasını yiyebilmek adına doyduktan sonra kendilerini kusturup daha fazlasını yiyor bu şaşaa düşkünü manyaklar. Başkalarına karşı yaptıkları sadistlikleri de geçtim, normal bir insanın kendine yapacağı türden her şeyin sınırlarını zorluyor o elit kesim. “Güzellik” uğruna oralarını buralarını uzaylıdan hallice yapmaları da buna dahil bu arada…
Fark edeceksiniz ki Açlık Oyunları‘na dair bahsettiğim ve bahsedeceğim her şey çok yerinde türden eleştiriler. Capitol’deki yönetim sistemi, Başkan Snow’un manipülatif hareketleri, elit halkın abuk sabuk yaşam tarzı, açlıktan ölse dahi kimsenin umurunda olmayan garibanlar, zenginlikleri ve gözde oluşları sayesinde her zaman galip olarak görülen üst mıntıkalar, yer altında saklandıkları için yok sanılan 13. Mıntıka’daki sosyalizm-vari düzen… Bunlar ışığında, seride imzası olan Suzanne Collins’in distopya kavramını son derece iyi özümsemiş olduğunu anlamak fazlasıyla mümkün. Stereotipik karakterleri veya klişeleri bile bir şeylerin eleştirisi. Ama itiraf edeyim ki ben tüm bunları, yalnızca Hunger Games: Mockingjay Part 2‘yi izleyip kafamda tarttıktan sonra anlayabildim. Çünkü ergenlik yıllarımda okuduğumda bu kadar büyük mesajlar içerdiğinin veya çok daha derin anlamların her sözcükte gizli olabileceğinin farkında değildim. Zaten Suzanne Collins de bu yüzden hata yapmış: Gençler yerine sadece yetişkinlere yönelik bir eser ortaya koysaydı, bugün rahatlıkla milenyumun Cesur Yeni Dünya’sı veya 1984′ü gibi bahsediyor olabilirdik Açlık Oyunları‘ndan.
En başarısız bulduğum kitap olan Alaycı Kuş, bildiğiniz üzere serinin son kitabı. Harry Potter‘da Ölüm Yadigarları‘nın iki ayrı kısım olarak çıkmasından sonra bir furya haline gelen bu olaydan Açlık Oyunları da nasiplenmiş ve Alaycı Kuş‘u iki kısım olarak sinemaya sürmüştü. Tek filmde halledilemeyecek kadar çok olay olduğu için buna karşı çıkmıyorum elbette; ama kaynak materyali baştan sıkıntılı bir kere, sen onu dünyanın en iyi filmi yapsan ne olur ki?
Evet, seri boyunca en çok sıkıldığım ve keyif alamadığım kitap Alaycı Kuş‘tu. Çünkü ilk kitaptaki vuruculuğu veya ikinci kitaptaki acımasızlığı vermiyordu. Sürekli olarak işin propaganda kısmına ve reklam yönüne odaklanan olaylar silsilesinden ibaretti. Dolayısıyla ilk iki kitaptaki kadar fazla aksiyon yaşanmıyordu. Ama işte fark etmediğim şey, aslında politik anlamdaki her şeyin Alaycı Kuş kitabında birikmiş olmasıydı. Çünkü Başkan Snow’un ölüm döşeğindeyken Katniss’a sarf ettiği “Coin’in tek istediği benim yerime geçmek, sistemi çökertmekle veya devrim yapmakla bir ilgisi yok, bunu anlayacaksın” minvalindeki sözleri bile aslında başlı başına tüyleri diken diken etmesi gereken bir olay. Zaten bunun da farkına filmi izlerken vardım. Oflaya poflaya açtığım ve sadece Finnick’in ölümünü hatırladığım (benim için fazla travmatikti, sormayın) bir kitabın uyarlamasından, gerçekten de bu kadar vuruculuğun farkına varmayı beklemiyordum. Hatta o zaman bir aydınlanma yaşadım; yahu Alaycı Kuş‘ta ilk iki kitaba oranla çok daha fazla ana karakter hakkın rahmetine kavuşuyor. E o zaman ben neden ergenken hastası olduğum bu serinin son kitabında o kadar vuruculuk görememiştim? Çünkü yaşım, politikaya ve sinsi manipülatif fikirlere ermiyordu belli ki. Şimdiki kafa yapım ve yaşanmışlıklarla birlikte Alaycı Kuş‘un da çok hakkını yemişim, onu gördüm kendimde.
Peki yazının başından beri bahsettiğim ve başlıkta da bas bas bağırdığım o en büyük günah nerede devreye giriyor? Yoksa her şeyi unuttum ve yazıyı yazarken yarı yolda fikrimi değiştirdim mi? Elbette ki hayır! Açlık Oyunları‘nın genç yetişkin türüne ait olması, beni bu aydınlanmam sonrası çok daha fazla yaraladı hatta, öyle diyeyim. Çünkü o yıllarda gram zevk almadığım, ama bu yaşımda çok daha etkileyici geldiğine emin olduğum kitabı, ben genç bir yetişkinken anlayamamışım; çok daha derin olduğunu kavramak için büyümem gerekmiş meğer.
O acımasız, lanet ve travmatik dünyanın tek sorunu gerçekten de bir genç yetişkin kitabı olması. Kabul, Katniss kadar genç bir kızın tüm bunlara göğüs germesi kolay değil ve belki de distopik anlamda etkileyici kılan nokta da tam olarak burası. Ancak The Handmaid’s Tale ile yaptığım kıyaslamada June ve Katniss arasındaki farkın yaşları olduğunu söylememdeki sebep de biraz burada devreye giriyor; unutmayın ki Katniss hala duygularını uçlarda yaşayan gencecik bir birey. June ise bu anlamda kısmen de olsa doygunluğa ulaşmış. Katniss “Ay Gale mi olsa yoksa Peeta mı?” diye saçma sapan ikilemlere düşerken June bunları elinin tersiyle itip hayatta kalma üzerine odaklanabiliyordu mesela. Anlatabildim mi derdimi?
Bu yaşımda geriye dönüp baktığımda her şeyin çok daha ağır olduğunu anlayabilmem, belki de belli bir birikim sonrası kazandığım bir şeydir; bilemiyorum. Ancak Katniss’ın Ateşi Yakalamak‘ta sahte de olsa “hamile” kisvesi altında propaganda malzemesi yapılmasını, şimdi çok daha kan dondurucu olarak görüyorum mesela.
Tabii o yaştaki bir genç kızın elbette ki duygusal olarak iki erkek arasında kararsız kalması veya romantik anlamda bir şeyler beklemesi kadar doğal bir şey yok; bunu hangi psikoloğa sorsanız size uzun uzun anlatır hatta. Fakat Açlık Oyunları serisindeki problem, böylesine güçlü bir distopik dünyanın en sonunda yalnızca bir genç kızın hayallerindeki erkeği seçmesi konusuna bağlanması. Bu kadar güçlü bir kız karakterin, kadın olma yolundaki adımlarını atarken hala Disney-vari prenseslik rüyalarında geziniyor olması beni kişisel olarak yaraladı yani. Kabul, Katniss da mutlu sona erişsin falan ama bu kız neler neler görmüş, ne travmalar atlatmış; babası, kardeşi, en güvendiği ve sevdiği herkes bir bir yitip gitmiş… Bilemiyorum distopya geekleri, Katniss’ın da serinin de hakkını tek başına yemiş Suzanne Collins sanki, ne dersiniz?
4 Comments
Sanırım açlık oyunları bu kadar iyi eleştirilemezdi. Bence Kattniss’in ergenlikleri ya da aşk üçgenine düşmesi yaşı ve karakteri gereği normal olsa da bence katniss bu dünyayı anlamamız için seçilmesi gereken karakter değildi kesinlikle. On üç farklı mıntıka, pompei’den beter hedonist bir oligarşi ve daha nice ilgi çekici mevzu varken kattniss bunları fark edebilecek ya da çözümleyebilecek bir karakter olmadığı için biz de bu dünyayı görmemiz gerektiği kadar göremedik, tadını çıkartamadık.
Üstelik üçüncü kitapta “sözde” açlık oyunları olması ve gerçekten de kattniss’in ciddi ciddi “o mu bu mu?” ikilemine düşmesi “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dememe sebep olmuştu. Gün sonunda da oğlanlardan biri uzağa gittiği için diğerini seçmişti. Yani ilginç bir distopik dünyada başlayan bu üçleme zırva bir aşk üçgenini bile adam akıllı çözemeden bitmişti benim için. Şu yazıyı okurken bunun aklımda kalandan daha da büyük bir kayıp olduğunu fark ettim
Genç yetişkin = ergen
Çok daha olgun ve ergenler tarafından da rahatça okunabilir elli tane fantastik kurgu/bilimkurgu yazarı saymak işten bile değil. Açlık oyunları bunların “Buffy”lenmiş hali. Üzerine konuşmaya dahi gerek yok.
Kesinlikle haklısın, geçen bende tekrar oturup seriyi baştan sona bitirmiştim. Seri boyunca temanın bir ergenleşip aşk, gale’in kötü davranması vs peeta’yla katniss arasındaki kıvılcım’a bir olgunlaşıp içinde bulundukları dünyada olan ciddi durumlara dikkat çekmesi çok dikkat dağıtıcı oldu şimdi bakınca. Gerçi ilk izlediğimde de son 2 filmi hiç sevmemiştim çünkü hiç bekleneni vermemişti ve dediğin gibi politik olaylarla uğraşılmıştı çoğunlukla.