Sinema ile ilgilenen herkesin duyduğu ve tiksinti ile baktığı bir terim vardır: Klişe. İnsanlar bu terimi duymaktan haz almaz, hatta yanına bile yaklaşmazlar. Peki ama klişe nedir ve nasıl doğar?
Şunu bir açıklığa kavuşturalım, hiçbir fikir hayatına klişe olarak başlamaz. Orijinal bir fikir, klişe olana kadar belli başlı aşamalardan geçer. Önce onlara şaşırır ve hayran oluruz, daha sonra ise alışmaya başlarız. Fakat en nihayetinde hepsi birer klişe olur ve onlardan sıkılırız. Yine de bu, klişelerin her birinden nefret etmemiz gerektiği anlamına gelmez.
Geçtiğimiz günlerde Game of Thrones’un senaristleri David Benioff ve D.B. Weiss halihazırda yayınlanan yeni sezon için heyecan yaratmak adına “Söylemesi ayıptır Miğfer Dibi savaşından daha büyük bir savaş sahnesi çektik” demişti. Ama sizin de hatırlayacağınız üzere bu savaş bırakın Miğfer Dibi’ni, kendi çektikleri Battle of Bastards bölümünü bile geçememiş, tam bir hayal kırıklığı olmuştu bizim açımızdan.
Peki, Miğfer Dibi savaşını bu kadar özel kılan neydi? Yayınlanmasının üzerinden tam 17 yıl sonra çıkan bir dizi, neden ona benzemek için kendini bu kadar zorluyordu?
Hiç Western sinemasına ait bir film izlediniz mi bilmiyorum ama küçükken babam sayesinde benim favori filmlerim bu türe aitti. Bunu itiraf etmek, açıklayacağım bazı sebeplerden ötürü biraz zor olsa da vahşi batı filmleri izleyip kendimi bir süvari olarak düşünmek benim için inanılmaz bir şekilde havalıydı vakti zamanında. Çünkü Western sinemasının bize gösterdiği ve sinema lügatına kattığı “süvariler”, başlı başına havalı kelimesinin karşılığıydılar. O zamanlar propaganda nedir veya neden yapılır bilmediğimden dolayı süvarilerin, kötü olarak portrelenen Kızılderililer’in üstüne sürdükleri atlarıyla görmek ve en umutsuz anda “Süvariler geliyor!” diye bağıran birilerinin sesini duymak inanılmaz heyecan vericiydi. Ha, sonra büyüdük ve asıl kötü adamların o süvariler olduğunu öğrendik, orası ayrı tabii.
Western filmleri geldi geçti ama sinemada bıraktıkları “Süvariler geliyor!” etkisi asla bitmedi. Takvimler 2002 yılını gösterdiğinde, belki de bütün Western filmlerinin toplamından daha büyük bir yapım ile Yüzüklerin Efendisi: İki Kule geldi. Hepimiz Miğfer Dibi savaşını izlemeye başladık ama o zaman neye şahitlik ettiğimizden haberimiz yoktu. Bizlere gösterilen ezici Uruk-Hai üstünlüğünden bunalmış, savaşın gidişatından gerilmiş, hatta sevdiğimiz karakterlerin ölümle yüz yüze gelmelerinden dolayı korkmaya başlamıştık. Savaşın sonlarında Theoden’in Aragorn’a doğru bakıp söylediği son sözlerini tüylerimiz diken üstünde dinlemiştik.
“Evet! Evet. Tokmakel Miğfer’in borusu son bir kez daha derinden çalacak! İşte bu, birlikte kılıç çekeceğimiz an! Artık acımasız olun. Kıyıma, yıkıma ve kızıl bir şafağa! İleri Eorlingas!”
Kahramanlarımızın ölüme bu kadar onurlu ve cesur yürümesinden büyük keyif almış olsak bile, yine de kurtulmaları için bir mucize istiyorduk. Sonra savaşın en karanlık anında, bütün umutlarımız tükenmişken, beşinci günün şafağında Ak Gandalf doğuda belirdi ve biz de bir tarihe tanıklık ettik.
Hepimiz heyecandan delirmiş bir vaziyetteyken fark edemedik ama aslında sinema sektörü gözümüzün önünde onlarca kez daha tekrarlanacak bir formüle kavuşmuştu. Süvariler, bir kez daha sinemanın merkezine oturmuştu. Artık insanların en umutsuz anlarında doğuya bakıp bir umut beklemelerinin bir sebebi vardı. Süvariler bazen kelimenin tam manasıyla atlı bir birlik olmuş bazen ise sadece bir kişinin savaşın kaderini değiştirecek girişi olmuştu.
Yüzüklerin Efendisi’nin tekrardan canlandırdığı bu metodu en çok kullananın, ona rakip olmaya çalışan Game of Thrones dizisi olduğunu söylememin anlamı yok sanırım. Bunu söylemek için senaristlerle arkadaş olmama ya da onlarla röportaj yapmama hiç gerek yok, çünkü Miğfer Dibi formülünü kendi dizileri içerisinde birden fazla şekilde kullandılar. Önce Tywin Lannister’ın Stannis Baratheon kuşatması altındaki Kings Landing’i kurtarması geldi. Daha sonra bu formülü uygulayacak adam olma sırası Stannis Baratheon’a geçti, o da atlarını Jon Snow’u kurtarmak için Özgür Halk’ın üzerine hiç düşünmeden sürdü. Son olarak ise dizi bize iyi bir sahne izletmek için hem bütün Game of Thrones külliyatına hem de kendi dizi senaryosuna ihanet etti ama bir kez daha Jon umudunu kaybettiği sırada Littlefinger ve Arryn Hanesi’nin süvarileri yardımına yetişti.
Senaristlerin Miğfer Dibi savaşına olan bu hayranlıkları eninde sonunda bir meydan okumaya dönüşecekti. Onlar da kendilerini en hazır hissettikleri anda “Miğfer Dibi savaşından daha büyük ve daha iyi bir savaş sahnesi çektik” dediler ama ne yazık ki hiç de öyle olmadı.
Miğfer Dibi savaşının hayatımıza yeniden ve daha güçlü bir şekilde kazandırdığı “süvariler geliyor” formülü artık sizin de anlayacağınız gibi bir formül olmaktan çıkıp bir klişe olmaya başladı. Marvel, Infinity War filminde bunu Thor’un Wakanda’ya gelişi ile kullandı, DC ise Steppenwolf ile savaşlarında Justice League’in imdadına Superman’i yetiştirdi. Artık hangi filmde olursa olsun, kahramanlarımız ne kadar kötü durumda olursa olsun onları kurtarmak için bir süvari her zaman hazırdı.
Peki Miğfer Dibi savaşının yapıp diğer filmlerin yapamadığı şey ne? Neden herhangi bir filmde kahramanları kurtarmaya gelen atlı bir birlik görünce ilk aklımıza Vahşi Batı filmleri değil de Yüzüklerin Efendisi geliyor? Neden herkes onu taklit etmeye çalışıyor? Neden bunu diğer filmler yapınca klişe oluyor da Yüzüklerin Efendisi yapınca orijinal oluyor? Aslında cevap çok basit; filmin size yaşattığı umutsuzluk hissi.
Bir izleyici olarak savaşın size yaşattığı umutsuzluk hissi bu formülün çalışması için çok önemli. Kahramanlarınız kötü bir durumun içinde kalırken sizin de onların yaşadıklarını hissetmeniz, kurtarılmak için dua etmeniz, bir yardım eli için can atmanız gerekiyor. Eğer dizi ya da film, kahramanlarınızın içinde bulundukları durumdan tüm çabalarına rağmen kurtulamadıklarını size iyi bir şekilde anlatamamışsa aklınızda tek bir düşünce belirir: “Nasıl olsa kurtulacaklar”. Bu dakikadan sonra yapımcı ya da yönetmen ne yaparsa yapsın, ne kadar büyük bir savaş sekansı çekerse çeksin sizin açınızdan sürpriz olmayacak ve “Ben biliyordum zaten!” demekten öteye gitmeyecektir. Böylece bunun iyi uygulanmış bir formül değil bir klişe olduğunu anlarsınız.
Game of Thrones‘un Battle of Bastards bölümünde başarıp Battle of Winterfell bölümünde başaramadığı şey tam olarak buydu işte. Battle of Bastards savaşında Ramsay Bolton’un kurnaz taktikleri sayesinde Stark ordusunun çaresizliğini izlemiştik hatırlarsanız. Önce Rickon’un ölmesine üzülüp, daha sonra Jon’un üzerine gelen atlılar yüzünden korkmuştuk. Savaşın en çaresiz anında klostrofobi artıracak kadar harika bir sahnede Game of Thrones bir kez daha süvari metodunu kullanmış ve mükemmel çalışmıştı.
Gel gelelim, bu sezon “tarihin en büyük savaşı” denilen Battle of Winterfell’de hiç de öyle olmadı. Kahramanların yaptığı geri zekalıca taktikler bir yana, savaşın en büyük kahramanlarının kameramanlar olması ne yazık ki oldukça şey götürdü bölümden. Brienne, Jaime ve hatta Sam ne zaman ölülerin saldırısına uğrasa kamera başka bir karakteri göstermek için dönüyor ve tekrar onları gösterdiğinde üçü de sağ salim savaşmaya devam ediyordu. Jon, ejderhası ile birlikte koskocaman bir ölü ordusunun içine düşerken görüyorduk ama kameramız oradan ayrılıp tekrar geri döndüğünde Jon’un etrafında sadece bir kaç tane düşmanın sağ kaldığını fark ediyorduk. Jorah ve hayatında eline bıçak almamış Daenerys’in etrafını yüzlerce ölünün çevirdiği bir yerde sıkıştığını izliyorduk ama kameralarımız oradan ayrılmaya karar verip tekrar geri döndüğünde her nasılsa ikisinin de hala savaşırken ve etraflarında birkaç tane düşman kalmış oluyordu.
Eh hal böyle olunca biz de diziden kopup “Amaan, nasıl olsa kurtulacaklar” moduna girdik ve Arya’nın son saniyede Gece Kralı’na yaptığı hamle saçma bir klişeden öteye gidememiş oldu. Bizlere umutsuzluk hissini müziklerle, ağır çekimlerle ve bunu söylemekten bile utanıyorum ama karanlık sahnelerle vermeye çalıştılar ama ne yazık ki başaramadılar. Böylece bütün dünyayı kurtaracak bir süvariye sahip olsa bile Battle of Winterfell bize umutsuzluk hissini veremediği için kendini karşılaştırdığı Miğfer Dibi savaşının yanından bile geçemedi ve klişelerle dolu bir bölüm olarak tarihe not edildi.
Yüzüklerin Efendisi‘nin hayatımıza kazandırdığı Miğfer Dibi savaşı, önümüzdeki yıllarda daha birçok film ve dizi tarafından taklit edilecek, yarattığı orijinal fikirler gözlerimizin önünde klişe olana kadar kullanılacak hatta birçok kez daha “Miğfer Dibi savaşından daha iyisini çektik” denilecek. Ama şunu unutmayın, Gandalf beşinci günün şafağında doğudan kendini göstermedikçe Miğfer Dibi savaşından daha iyisi çekilmeyecek.